Зия Гёкальп

Türk Töresi


Скачать книгу

gelen Chung-hang Yüeh ismindeki Çinli sefir, Türklerin Çin medeniyetine karşı gösterdikleri taklit temayülünü Türk hayatı için muzır gördü. Bu zat, Türkleri sevdiği için Türk sarayında kaldı, bir daha Çin’e dönmedi. Bu zamanda Türkler muzafferiyet ve millî ittihat neticesi olarak zenginleşmişlerdi. Önlerinde Çin harsı gibi alayişe, debdebeye dalmış yeni bir dünya görüyorlardı. Bu harsın yiyecekleri, giyecekleri, modaları yavaş yavaş Türklerin arasına girmeye başlamıştı. Çinli vezir, bu hâlin tehlikelerini gösteriyor, onları uyanmaya davet ediyordu. Türk’ün bütün işi gücü ya sık ağaçlı ormanlarda ava gitmek yahut ovalarda sayısız sürülerini otlatmaktı. Böyle bir hayat yaşayanlara, Çin’de dokunulan ipekli kumaşlar değil, kendilerinin yaptıkları deriden ve kürkten elbiseler elverişli idi. Yoğurt, kımız, peynir, tereyağı, kaymak gibi sütten yapılan yiyecekler, leziz av etleriyle sürülerinin besili hayvanları Çin yemeklerinden daha faydalı ve güzeldi. Eğer Türkler, Çinlilerin âdetlerine uyarlarsa onların hububat ve zahirelerine, ipekli elbiselerine alışacaklarından, bir gün Çin devletinin hâkimiyeti altına girmeyi o kadar fena görmeyeceklerdi.

      Çinli sefir daima hükümdara, Türk elinin atalardan kalma törelerden ayrılmamasını öğüt veriyordu. Çünkü bu törelerdir ki o şanlı ataları yenilmez kahramanlar derecesine çıkarmıştı. Bu öğütlere başka nasihatler de ilave ediyordu. Hükümdar, tebaasının ne kadar nüfustan ibaret olduğunu, muhtelif boyların, obaların ne kadar sürüleri bulunduğunu bilmeli idi. Çünkü nüfus ve emvalin miktarı malum bulunursa bir gün Çin aleyhine sefer açıldığı zaman, büyük ve mühimmatlı ordular toplanması mümkün olacaktı.

      Çinli sefir, Çinlilerin gururunu kırmak için Çin elçilerine fazla azamet göstermesini de Tan-ju’ya (Türk hükümdarına) tavsiye ediyordu. Çin imparatoru, Tan-ju’ya mektup yazdığı zaman böyle başlardı: “İmparator, Hiung-Nuların Tan-ju’sundan ihtiramla rica eder ki…” Varakanın büyüklüğü muayyen bir kıtada olurdu. Çinli sefir, Tan-ju’ya, mektup yazarken, bundan daha büyük kıtada varakalar kullanmasını ve mektubun başına: “Gök ile Yer’in doğurduğu, Güneş’le Ay’ın tahta geçirdiği Hiung-Nuların büyük Tan-ju’su, Çin İmparatoru’ndan rica eder ki…” diye yazmasını tavsiye etti. Chung-hang Yüeh, her fırsatta, Tan-ju’nun sarayında bulunan ve bilhassa Çin İmparatoru tarafından bir memuriyetle gönderilmiş olan Çinlilere karşı, Türklerin faziletini övüyordu, Türklerin harsça Çinlilerden daha yüksek olduğunu söylüyordu. Çinliler ona itiraz olarak, “Türklerin ihtiyarları hakir gördüklerini” beyan ediyorlardı. Sefir cevaben, “Çin’de birçok hizmetlerden sonra geçinecekten mahrum bırakılmış nice ihtiyarlar bulunduğunu” söylüyordu. “Eğer, Türkler yalnız muharebe ile meşgul iseler bu, milletin selamet ve saadeti içindir. İhtiyarlar ve zayıflıktan dolayı harbe gidemeyenler yaşamak levazımına malik bulunurlar ve düşmana karşı emin bir vaziyettedirler. Baba ile evlatlar karşılıklı olarak birbirini tutarlar. Binaenaleyh, Türkleri ihtiyarlara hakaret etmekle itham etmek haksızdır.”

      Çinliler, Türklerde babalarla oğulların aynı otağda utanmaksızın beraber yattıklarını, babanın vefatında oğlunun üvey annesini alabilmesini, biraderin vefatında kardeşinin, yengesini alabilmesini zikrederek Türkleri zemmediyorlardı. Chung-hang Yüeh ise daima Türklerin Çinlilerden üstün olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Diyordu ki: “Türkler hayvan etlerinden başka bir şey yemezler, sütten başka bir şey içmezler. Deriden başka bir şey giymezler. Sayısız sürülerini otlaklarda, ırmak kıyılarında gezdirirler. Mevsimler değiştikçe onlar da yerlerini değiştirirler. Yiyecekleri kalmadı mı derhâl ata binerek ava giderler. Bolluk içinde iseler keyiflerine bakarlar; hiçbir şeyin kaygısını çekmezler. Kaidelerini değiştirmekten hoşlanmazlar. Bir oğlun, üvey annesiyle, kardeşinin, yengesiyle evlenebilmesi, ocakların zürriyetsiz kalarak sönmemesi içindir. Şimdiye kadar Hiung-Nular arasında, bu kadar karışıklıklar çıktığı hâlde, hiçbir zaman, eski sülale yerine, başka bir aileden bir beyin tahta geçirildiği işitilmemiştir. Çin’de ise bilakis, öteden beri sülaleler birbirini boğazlamakla uğraşmışlardır. Daima yeni bir mütegallip çıkarak, eski sülaleyi kaldırmış, kendisi yeniden bir imparatorluk hanedanı kurmuştur.

      Bundan dolayıdır ki Çin’de, daima bütün eski kaidelerin yıkıldığını görüyoruz. Çinliler halkı düşman tehlikesinden emin bir hâle koymak için, surlarla tahkim edilmiş şehirler yapıyorlar; fakat halk hücuma uğradığı zaman, yine surlar yüzünden kendisini müdafaa edemeyerek teslim bayrağı çekmeye mecbur oluyor.11

      Bu ifadeler bize Türklerin, Çin’den medeniyet almaya tehalük gösterdiklerini; fakat Türk harsının yerine Çin harsını ikame etmekten sakındıklarını gösteriyor. Orhun Kitabesi’nde Bilge Kağan, kendi milletine bu gayeyi ne güzel anlatıyor:

      “Ey Türk milleti, eğer o ülkeye gidersen öleceksin. Fakat içinde ne zenginlik ne de keder bulunan Ötüken ülkesinde kalarak kervanlar ve kafileler gönderirsen ebedî bir saltanatı muhafazada devam edeceksin!”12

      Şüphesiz, Türklerin Çin’e gitmeleri, Çin harsı içinde bel’ olunmaları demekti. Hâlbuki Ötüken’de kalarak kervanlar, kafileler göndermeleri, millî Türk harsını kaybetmeden, Çin medeniyetinden faydalanmayı temin ederdi.

      Türklerin millî hars hakkındaki bu endişeleri, menkıbelerde, efsanelerde bile görülür. Bogu Han menkıbesinin nihayetinde Yulun Tigin adlı bir Türk hakanının Kut Dağı’nı, oğluna verilen Çin Prensesi’ne mukabil, Çin İmparatoru’na hediye ettiğini ve bundan dolayı üzerinde oturdukları toprağın, hükümdarla beraber milletini üzerinde oturmaktan men ederek göçe icbar ettiğini ifade ediyor.13 O zaman Türk Devleti’nin zafer tılsımı tanılan bu Kut Dağı’nı, millî harsın bir timsali sayarsak haksızlık mı etmiş oluruz?

LAHİKA

      “Tatar” kelimesi, “tat eri” tabirinden murahhas olsa gerek. Dede Korkut Kitabı’nda “tat eri” tabiri var. Türkler tatar sıfatını, cahil yani töresiz olan Moğollarla Tunguzlara isnat ederlerdi. “Tat” ile “tatar” arasındaki fark, Arap lisanında “kâfir” ile “cahil” arasındaki gibidir. Tatarlarda kan davası, gazve gibi aşiret âdetleri henüz yaşıyordu. Türk’ün cahiline, Tatar denilip denilmediğini bilmiyorum.

      3. İÇTİMAİ TASNİFLER

      Geçen fasıldaki sözlerden anlaşıldı ki İslamiyetten evvel, Türkler, Farsi-lere kâfir nazarıyla baktıklarından, İran Medeniyeti’ne kıymet vermiyorlardı. Çinlilere karşı ise bir nevi ihtirazkâr hürmetleri vardı. Türklerin Çinlilere gösterdikleri bu temayül, Çin harsı ile Türk harsı arasında müşterek bazı müesseselerin bulunduğunu ima eder. Milletler arasında müşterek müesseseler ve başka tabirle müşterek bir medeniyet var mıydı? Böyle bir medeniyet varsa başka milletler de buna dâhil olmamışlar mıydı?

      Durkheim ile Mauss’un L’Année Sociologique’in altıncı cildinde neşrettikleri “Tasnifin Bazı İptidai Şekilleri” unvanlı makale, bize Çinliler, Moğollar, Tibetliler, Kamboçlular, Siyamlılar arasında müşterek olan birtakım iptidai tasnifler bulunduğunu göstermektedir. Vaktiyle Millî Tetebbular Mecmuası’nın üçüncü sayısında neşrettiğim bir tetkiknamede, Türklerde de bu tasnifin bulunduğunu ve hatta Sibirya’nın Koyaklar ve Şukşalar gibi iptidai kavimlerinde bunun izlerine rast gelindiğini göstermiştim.

      Bu iptidai tasnifler, ilk nazarda ehemmiyetsiz görünür. Bir medeniyetin temelini böyle esatire merbut tasniflerin teşkil edemeyeceğini itiraz olarak ileri sürenler bulunabilir. Fakat Durkheim ile Mauss, bu tasniflerin yalnız mevcudiyetini haber vermekle kalmadılar, bunların bir taraftan o zamanki içtimai mantığa esas olduklarını, diğer cihetten de içinde teşekkül ettikleri zamandaki içtimai teşkilatların