diğer dinleri (ve) akvamı ayırıyor.
Mesela, (eskiden Yahudiler) bir yeri fethettiği zaman, eşya ve insanlarını yakıyordu. En masum eşya (bile) yakılıyordu. Beni İsrail’den birisi, böyle bin halı alsa alan ailesiyle beraber yakılırdı.
Bundan dolayıdır ki edyan-ı sairede, imtizaç olabilir. Mesela bir Japon (ailesindeki fertler arasında hem) Şintoizm hem de Budizm olabilirdi. Hâlbuki Akvam-ı Sâmiye’de bu olamaz. Bundan dolayıdır ki Akvam-ı Sâmiye’nin dini, sihri de “tahrim” ediyor. “Sihir vardır; fakat memnudur.” diyor.
9. Beynelmilel Büyük Dinler, Ümmet Dini
Bunlara “edyan-ı mücavebe” demek de doğrudur. Cemiyetten, insandan çıkmış değil. Tamamıyla “categorique”tir. Tesir-i hadsîsi şiddetli oluyor ve insanları alıp sürüklüyor. O derecede ki kavmî olamıyor. Ne Hristiyanlık ne de Müslümanlık, kavmî olamadı. Fakat Musevilik Hazar Türklerini içine alıp beynelmilel bir din oluyor.
(Büyük dinlerde,) kavim yerine, “ümmet” çıkıyor, (ilk medeniyetlerin) eski dinleri, kavmî dinlerdir. Beynelmilel dinler de “câm-i kavm” oluyor; birçok akvam, bir caminin içine giriyor. Ve bunların mecmusuna, “ümmet” deniyor. Bunun için bir Hristiyan, bir Müslüman ve bir de Buda ümmeti var. (Bunlardan) Budizm, diğerleriyle karışabilir. Bunun için her yerde Budizm, başka başkadır.
10. İslamiyetin Ümmet Dini Oluşuna Uyulmaması (634-750)
İslamiyet, iptida Araplarda “ümmet” mahiyetini almakla beraber, (Hazreti) Peygamber’in vefatıyla beraber İslamiyet, ümmet devleti değil, kavim devleti hâlinde kaldı. (Hazreti Peygamber) vefat eder etmez (ensar ve muhacirin hemen) toplandılar: Ensar rüesası, Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde-i Cerrah. Hazret-i Ebubekir dedi ki: “Halife, Kureyş’ten olacak!” Bu, aristokratik bir şeydir.
(Sonra,) Hazreti Ömer, birtakım kanunlar yaptı. Arap olmayan Müslümanların emir, kaadî olmaması, bu kanunlar icabatından idi. İslam olmayan Araplar(dan) “urban”dan, “haraç” almadı; “Zekât” aldı. (Keza, bu kanunlara göre) Arap’tan “cariye”, olmazdı. Yani, “kavmiyet” kendisini gösterdi. Ve kanun vazetti ki “Arap kadını, küf-vü ile evlenecek.” Bunun, “nusüs”e muhalif olduğunu, söylediler. Hazret-i Ömer de “Ben, kanun yapıyorum; din yapmıyorum!” dedi.
(Böylece, Hazret-i Ömer’in kanunları), Arap’ın vicdan-ı içtimaisi gibi, (başka kavimlerden) Müslüman olanlara, kendi imtiyazını veremiyordu; yalnız “Arap, asîl”, diğerlerleri değildi. Yani eski Türklerin Ak (kemik) ve kara kemikleri gibi. (Yine bu kanunlara göre, Müslümanlar) zerârî, mevali, ehlü-zimmet ve Arap’ın da Kureyş’i ki (hepsi) dört (sınıf) teşkil ediyordu.
Bu devirde ‘‘ümmet” (fikri, tatbikatta) kendini gösteremiyor. Ümmet, dinleri bir olanların, (her hususta) musavatı demektir.
11. Emevilerin Yıkılış Sebebi, Halife Mutasım’ın Türk Ordusu
(Ümmet esasını tanımayan ve Arap kavmiyetçiliği güden Emevilere karşı, Müslümanlardan) Arap olmayanlar, (yani ‘‘mevali” sayılanlar,) “Şuubiye” namıyla bir teşkilat yaptılar. (Bu teşkilat’tan, Merv’de “nakib”ler ile iş birliği ederek 747’de ayaklanan) Ebu Müslim Horasani çıktı; (750 senesinde) Emevileri (yıktı, Abbasilerin devletini) tesis etti. Bu, İslamlar arasında, mevali tefrikasını kaldırdığı için bir nevi “ümmet demokratlığı”dır. Gayrimüslimler, (bu haklardan) hariçtir.
(Fakat Abbasiler devrinde de Araplar,) bu müsavatı hazmedemedi. Harun Reşit’in (786-809), El Emin, El Memun ve Mutasım namında(ki) üç oğlundan, (El) Emin’in anası Zübeyde, Arap’tı. El Emin, halis muhlis Arap demekti. (El) Memun’un anası, Horasanlı idi. Mutasım’ın anası (ise) Türk’tü.
İptida, (EI) Emin (809-813), halife oldu; (EI) Emin’in valileri, (hep Arap’tı). Sonra, (sıraya göre) (EI-) Memun (813-833) geldi. (EI) Memun’dan sonra (da) Mutasım (halife oldu). (EI) Memun, (hilafete geçince) Acemlere ehemmiyet verildi.
Mutasım, halife (833-842) olunca Arap askerini külliyen yanından (Bağdat’tan) teb’id etti. Acemlere de itimat etmedi. (Dayıları soyundan olan Türkleri) tuttu. Irak ve İran’da ne kadar Türk üserası varsa bunları topladı; Fergana Vadisi’nden, birçok Türk esir ve esireleri celbetti. (Bunları iskân için, Bağdat’ın şimalinde) Samarra şehrini, (Türkistan’daki biçimde) tesis etti. (Mahallelerden) her birinin asıl cihat-ı erba’asına Samarra’daki Türklerin ülkelerinin ve boylarının isimlerini vererek, Türkistan’ın modeli olarak yaptı. (Bunları) birbirleriyle evlendirdi. Kocalar gibi kadınlara da maaş tahsis etti. Evlat ve ahfadı da yalnız Türk alacak, başka kavimden evlenmeyecek.
Bu (Samarra’daki Türk) ailelerde, talak imkânı da kalmadı. Çünkü (devletin tuttuğu) siciller, beraber geçti. Çünkü tatlik, şerî bir surette değil, her hanedanın reyi ile olabilecekti.
Burada, böylece, bir Türk ordusu teşekkül ediyor. Ve (Halife) Mutasım, (gençliğini Türkistan’da dayıları yanında geçirirken) Türklerin (eşsiz binicilik, silahşorluk ve harp) oyunlarını, iyi öğrenmiş. Bu tahsilden (sonra, halifeliğinde de zamanının) daha çok kısmını, Türklük’e hasretmiş. Bu esas üzerine, (sırf Türklerden) bir ordu yapıyor ve “İslam ümmeti”nin, bir ordusu vücuda geliyor.
(Böylece,) halifesi Arap’tan (olan İslam devletinde), siyasi kuvvetler bugünden itibaren, Türklerin eline geçiyor. Onun için Araplar, (Arap kavmiyetçiliğine değer vermediğinden) Mutasım’a çok kızarlar. (Selçuklularda ve Mısır’daki) Kölemen Ocağı’nın (ve Osmanlılardaki) yeniçeriliğin menşesi, (Abbasi Halifesi Mutasım’ın 834-835’te Samarra şehrinde Türklerden kurduğu) bu ordudur.
12. Müslüman-Türk Hakaniye Karahanlı ve Selçuklu Devletlerinin Farkları
(Türkler arasında İslamiyet, bilhassa, 920-960 senelerinde çok geniş olarak yayıldıktan) sonra, Selçukiler, (Horasan’dan başlayıp, İslam ülkelerini) fethe geldiler. İran’a (ve) Anadolu’ya yerleştiler. Daha evvel, Göktürklerin ve Uygurların gelişmiş medeniyeti ve yazılı millî edebiyatının vârisi olan, Kaşgar-Balasagun ve Fergana-Semerkant hâkimi Karahanlılar da denilen) Hakaniye Devleti (920-1212), (920’de Kaşgar’da) İslamiyeti kabul etmişti.
Demek ki Türkler, böyle büyük bir tarzda, İslamiyet âlemine girdiler. Selçukilerle gelen Oğuzlar, örfen (Türklerin yerleşik medeniyetine) malik olan kısmı değildi; göçebe hayatı yaşıyorlardı. (Bu yüzden ve “yabgu”luk devletinden geldiklerinden) hakanlık teşkil etmemişler. İşte (bu sebeple) bunlar, geldikleri zaman, (millî) yazıları yoktu; harsları, şifahi idi. (Selçukilerde, Türkçe yazma ananesi kökleşmemiş olduğundan) bunlar İran lisanını, devlet teşkilatında kabul ettiler. Divan lisanı, Farsça oldu; (çünkü vezirler ve kâtipler, İranlıydı).
2. KONFERANS
Malta, 27/28 Teşrinievvel 1919
KAVİM VE ÜMMET DEVİRLERİ / İSLAMLIĞIN TÜRKLERE TESİRİ / ROMA İMPARATORLUĞU’NUN HRİSTİYANLIĞA TESİRİ / OSMANLI İMPARATORLUĞU DÜZENİ / İSLAMİYETİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE MÜSAİTLİĞİ
1. Kavim Devri ve Ümmet Devri
Kavim devrinde din, kavme tabidir, yani cemiyete tabidir. Cemiyetin örf (ve) âdeti arasında bir şeydir. Cemiyetin dairesi, kavmin dairesiyle mahduttur. Her kavim kendini, kâinatın mecmusu addediyor. Kendi kavminin tekevvünü içine, bütün kâinatı alıyor.
Mesela bir aşiret, fezayı, kendi karargâhından ibaret görüyor. Ve bütün mevcudatı, bu aşiret içine sokuyor. Amerika yerlilerinde (ve) Afrikalılarda da aynı hâli görüyoruz. Eski Türkler (de) Yunanlı ve Romalılarda (bile), aynı hâli görüyoruz.