miş demektir.
Çömezleri ona dediler: Eğer erkekle karım arasındaki münasebet böyle ise evlenmek uygun bir şey olmaz. Fakat o cevap verdi: Bu herkesin elinden gelmez. Buna kadir olan yalnız onlardır ki kendilerine o kudret verilmiştir.
I
İlkbahar başlangıcında idik. İki gün ve bir geceyi şimendiferde geçirdik.
Durak yerlerinde trene binen ve inen yolcular oluyordu. Bununla beraber üç kişi vardı ki, benim gibi, trenin ilk hareketinden beri bizim vagonda bulunuyorlardı: Orta yaşlı bir kadın, oldukça çirkin, çekik bir yüz, ağzında sigara, başında bir avukat şapkası, sırtında erkek biçimini andıran bir manto; yanında kırklık bir erkek, fazla zevzek, yepyeni yolcu eşyası arasında; sonra, saçları vaktinden evvel ağarmış genç biri, ötekilerden ayrı olduğu belli, ufak tefek, sinirli hâli var, parlak gözleri mütemadiyen yeni bir şeye ilişiyor. Sırtında iyi bir terzi elinden çıkmış, astragan yakalı eski bir palto, başında yine astragan bir kalpak. Paltosunun altında, vücuduna yapışık bir mujik setresi ile işlemeli Rus gömleği görünüyor. Bu mösyönün tuhaf bir hâli de şu idi: İkide bir öksürür gibi veya kısa gülüşlere benzeyen acayip sesler çıkarıyordu.
Bütün yolculuğumuzda bu mösyö kimse ile konuşmamış, lafa karışmamış idi. Yeni bir münasebet tesisinden kaçındığı anlaşılıyordu. Ara sıra kitap okuyor, sigara içiyor, arada bir kendine çay hazırlıyor yahut eski bir çantadan çıkardığı reçelli ekmek dilimlerinden yiyordu. Kendisine bir şey sorulacak olsa cevapları kuru ve kısa olur, gözleri pencerenin dışarısında kayıp giden kırlara dalardı.
Böyle iken yalnızlığın ona ağır bastığını fark ettim. Hâlbuki yerlerimiz hemen karşı karşıya olduğu için ikide bir göz göze geldikçe o yine aramızda laf açılmasına meydan vermemek için başka bir tarafa bakıyordu.
İkinci günü akşama doğru tren büyük bir istasyonda durdu. Sinirli genç, çay yapmak için sıcak su aramaya gitti. Eşyası yepyeni olan öbür mösyö de -bu adamın avukat olduğunu sonra öğrendim- yanındaki kadınla beraber büfeye çay içmeye gittiler.
Onlar yokken vagona yeni yolcular geldi. Bunların arasında iri yapılı bir ihtiyar vardı: Yüzü yeni tıraşlı, alnı buruşuk, besbelli bir tüccar, Amerika sansarı koca bir kürklü paltoya bürünmüş, başında geniş siperli bir kasket, geldi, madamla avukatın koltukları karşısındaki yere oturarak tüccar kâtibi olduğu anlaşılan genç biri ile konuşmaya başladı. Bu da yeni gelenlerden biri idi.
Onlara çok yakın bulunuyordum. Tren istasyon yaptığı için başka yolcuların konuşmadıkları sırada sözlerinden birkaçı kulağıma çalındı. Önce ticaretten, eşya fiyatlarından, daha sonra Nijni-Novgorod panayırından bahsettiler. Kâtip, her ikisinin de tanıdığı zengin bir tacirin panayırdaki cümbüşlü âlemlerini anlattı. Fakat ihtiyar, sözünü keserek vaktiyle Kunavino’da kendisinin münasebettar olduğu bazı kadınlara ait hatıralarını anlatmaya başladı. Bu hatıraların tekrarı onu aşağı yukarı böbürlendiriyordu. Bir gün Kunavino’da iken sarhoş bir hâlde iştirak ettiği vur patlasın çal oynasın âlemini göğsü kabararak anlattı. Bunun besbelli birçok açık yerlerini eğilerek yazıcının kulağına söylemeye mecbur oluyordu.
Hikâyeyi dinlerken yazıcı çılgın kahkahalarla sarsılarak gülüyor, ihtiyar da sırıtarak önden iki sarı dişini gösteriyordu.
Bu muhaverenin beni alakadar eden bir kıymeti olmadığı için tren kalkıncaya kadar biraz da ben gezineyim diyerek inmek üzere kapıya doğru yürüdüm. Tam ineceğim sırada avukat ve arkadaşı madamla karşılaştım. İkisi de hararetle konuşuyorlardı, avukat “Çabuk olunuz…” dedi, “ikinci çan çalınmak üzeredir.”
Filhakika ben daha trenin son ucuna varmadan çan çalındı. Yerime geldiğim vakit avukat aynı hararetle arkadaşına bir şeyler söylüyordu. Karşılarındaki iri yapılı tüccar şimdi susmuş, onları dinliyor gibiydi. Dudaklarının menfi bir bükülüşü vardı ki işittiklerini hiç de kabul etmediğini gösteriyordu.
Ben avukatın önünden geçtiğim sırada o gülümseyerek şu sözleri söylüyordu:
“Demek kadın açıktan açığa kocasına kendisiyle yaşayamayacağını söylüyor ve sebep olarak da…”
Aşağısını duyamadım; kondüktör geçiyor, başka yolcular giriyor, arkalarından bir gazeteci geliyordu.
Ortalık durulduktan sonra yine avukatın sesi çıkmaya başladı. Muhavere mevzusu bana değişmiş gibi göründü. Hususi bir mevzudan umumi tezlere geçiliyordu. Avukat boşanma meselesinin bugün Avrupa efkârıumumiyesini işgal eden bir mevzu olduğunu ve Rusya’da karı koca ayrılıklarının gittikçe çoğalmakta bulunduğunu söyledi.
“Vaktiyle bu iş hiç de böyle değildi, öyle değil mi?”
Avukat bu sözü yaşlı tacire hitaben söylemişti. Çünkü kendisini alaka ile dinleyenin yalnız o olduğunu fark etmişti.
Tren sarsıldı, kalkıyordu. Yaşlı tacir başını açtı ve dudaklarının arasından bir dua mırıldanırken parmaklarının ucunu omuzlarına ve alnına götürerek haç işareti yaptı.
Avukat önüne bakarak tazimkârane bekledi.
İhtiyar duasını bitirince kasketini başına geçirip vaziyet aldıktan sonra cevap verdi:
“Eskiden de böyle şeyler olurdu, fakat daha az, bugün mecburi bir şekil almıştır. Herkes tahsile çok düştü.”
Tren gittikçe hızlandığı için tekerleklerin gürültüsünden sözleri pek işitemiyordum. Bahis alakamı celbettiği için biraz yaklaştım. Muhavere aynı zamanda yanımdaki sinirli efendiyi de alakalandırmış görünüyordu. Çünkü istifini bozmadan o da kulak kabarttı.
Kadın gülümsemeye çalışarak “Tahsilin bunda ne suçu var?” dedi. “Eskisi gibi nişanlılar birbirini hiç görmeden evlenirlerse daha mı iyi?”
Kadınların ekseriya yaptıkları gibi bu kadın da ileri sürülen iddiaya değil, kendi kafasındaki itiraza cevap veriyordu. Devam etti:
“Sevişiyorlar mı? Sevişebilirler mi? Bunu kendileri de bilmezdi: Kızlar bu suretle rastgele birine verilir ve ömürlerinin sonuna kadar ızdırap çekerlerdi. Size göre bu daha mı iyi?”
Kadın bu sözleri ihtiyardan ziyade avukata ve bana bakarak söylemişti. Yaşlı tacir, kadının mütalaasına cevap vermedi. Ona yüksekten bir nazar atarak kendi sözüne devam ile “Bugün herkes fazla âlim!” dedi.
Avukat belli etmek istemediği bir gülümseme ile “Aile geçimsizliği ile tahsil arasında ne gibi bir münasebet olduğunu izah etseniz çok istifadeli olacak!” dedi.
Tacir cevap vermek üzere idi. Fakat kadın lafını kesti:
“Yook!.. Geçmiş ola!.. O zamanlar geçti artık!..”
Avukat “Rica ederim…” dedi. “müsaade edin de mösyö fikrini izah etsin!”
İhtiyar kesin bir ifade ile “Çünkü…” dedi, “bütün fenalıklar tahsilden ileri geliyor.”
Kadın: “Birbirini sevmeyen kimseleri evlendiriyorlar. Sonra da onların geçinemediklerini görerek şaşıyorlar. Sahiplerinin keyfine göre çiftleşmek hayvanlara yaraşır. İnsanlar sevgi ve meyilleriyle hareket ederler.”
Kadın bu sözleri avukata, bana ve hatta -ayakta, minderin arkalığına dayanarak mütebessimane muhavereyi takip etmekte olan-yazıcıya bir göz atarak söylemişti.
İhtiyar: “Yanılıyorsunuz madam, hayvan hayvandır. İnsan ise kanun dairesinde yaşamaya mecburdur.”
Kadın: (yeni bir fikir ifade eder gibi) “Peki ama insan sevmediği bir erkekle nasıl yaşayabilir?”
İhtiyar: (emin ve mutmain) “Vaktiyle böyle bir mesele hiç yoktu. Bunlar hep yeni çıktı. Şimdi kadın en ufak bir şey için kocasına kafa tutarak gideceğini söylüyor. Bugün, hatta köylü karıları içinde bile, hem az değil, öyleleri var ki donlarını, gömleklerini kocasının ayaklarına atarak başını alıp, saçları daha kıvırcık, bir başkasına fertiği çekiyor. Siz ne söylüyorsunuz? Kadın dediğin her şeyden evvel erkekten korkmalıdır.”
Yazıcı bir avukata, bir madama, bir de bana baktı. Gizli