dizlerine dayayarak devam etti:
“Evet, ancak birçok tecrübelerden ve ızdıraplardan sonra hepsinin sebebini, nasıl olması lazım geleceğini anladım ve dehşetini o zaman fark ettim.
Vaka neden oldu, nasıl oldu, bunu size işte şimdi anlatacağım. Başlangıcı eskidir, ta on altı yaşlarıma kadar gitmek lazım; ben kolejde idim. Ağabeyim üniversitede tahsil ediyordu. Henüz hiçbir kadınla münasebetim yoktu. Fakat bütün arkadaşlarım gibi ben de pek gözü kapalı değildim. Bir seneden beri arkadaşlarımla konuşa konuşa ahlakım eski masumiyetini kaybetti. Bir kadına gönül vermiş değildim. Kadınlığa müştak idim. Tatlı bir varlık, çıplak bir kadın vücudu hayalimi zapt etmişti. Benle akran olanların yüzde doksan dokuzu gibi bu yüzden üzüntü içinde idim. Daimî bir korku içinde bulunduğum için Allah’tan imdat umuyor, fakat yine de gittikçe düşüyordum. Her ne kadar hayalen ve hakikaten yoldan sapmış isem de daha son adımı atmış değildim. Başka hiçbir vücuda elim değmeksizin kendi âlemimde kendimi harap ediyordum.
Bir gün ağabeyimin bir arkadaşı geldi. Şen bir talebe. Böylelerine iyi bir çocuk denilir. İyi bir çocuk, yani haylazların en berbatı. Bizi içkiye, kumara alıştırdı. Sonra da sarhoşluğumuzdan istifade ederek bizi bir umumhaneye götürdü. Benim gibi masum olan ağabeyim o gece baştan çıktı. Ben ise on altı yaşında bir çocuk, yalnız kendim lekelenmekle kalmadım, hayalimde kadın namına taşıdığım ülküyü de birlikte lekeledim. Büyüklerimden hiç kimse bana yaptığım işin fenalığını anlatmamış olduğu için bu fenalığın derecesini ölçmeye de muktedir değildim. Vakıa bunları din dersinden öğrenebilirdim. Fakat din dersini biz ancak imtihanlarda papazlara cevap vermek için ezberledik. Ezberlediğimiz şeylerin herhangi bir gramer kaidesi kadar da bizce önemi yoktu. Büyüklerimden, düşüncelerine saygım olan kimselerden de hiçbiri bunun fena bir şey olduğunu bana söylememişti. Bilakis kendilerine kıymet verdiğim kimseler bunun iyi bir şey olduğunu söyledilerdi.
Onların dediğine göre ben üzüntülerimden böylelikle kurtulacaktım. Bunu ben başkalarından da işitmiş ve bir yerde okumuştum. Hatta büyüklerimden bunun sıhhat için faydalı olacağını bile duymuştum. Arkadaşlarım ise işin içinde ayıplanacak bir şey değil, erkeklik şanından sayılacak bir yararlık görüyorlardı. Bir hastalık kapmak tehlikesine gelince: Bunun da çaresi bulunmuştu. Hükûmet vazifesini yapıyordu. Böyle kapalı evlerin yolunda işlemesine nezaret ederek mekteplilere, eğlence âlemlerinde hastalık bulaşmamasını temin ediyor. Bu iş için doktorlara ücret veriliyor. Tabii değil mi ya! Mademki sefahat sıhhat için lazımmış, ona göre de tedbir almak lazım. Ben anneler bilirim ki oğullarının bu bakımdan sıhhatlerini korumak için çare ararlar. İlim namına onlara umumi evlerin yolunu öğretenler de eksik değildir.”
“İlim namına mı? Nasıl şey bu?”
“Doktorlar ilim adamlarının başkanları değil midir? İşte bu kabil hıfzıssıhha4 dersleriyle gençlerin ahlakını bozan, sonra da hiç onlar değilmiş gibi ağır bir vakar ile frengilerine bakan onlardır.”
“Bakmasınlar mı?”
“Eğer frengi tedavisi için sarf olunan yararlığın yüzde biri sefahatin önüne geçilmek için sarf edilmiş olsaydı, bu hastalığın çoktan nam ve nişanı kalmazdı. Hâlbuki bütün yararlıklar sefahatin artması için sarf olunduktan sonra onun korkunç neticeleri önlenmek isteniyor.
Neyse, bunu bir tarafa bırakalım. Ne anlatıyordum?.. Ha, evet, o gece biz bir kere düştük. Bu akıbete uğrayan yalnız ben miyim?.. İnsanların onda dokuzu, sade bizim dengimiz olanlar değil, hatta köylüler bile nasıl düşüyorlarsa ben de öyle düştüm. Hem bir kadının güzelliğine tutularak düşmek de değil: Benim için bir tesadüf eseri olan bu işin bazılarına göre sıhhate yarar, faydalı ve yerinde bir nefsi körletme sayılmasından, bazılarına göre de bir genç için mazur görülecek masum ve tabii bir eğlence olması telakkisinden ileri gelen bir düşüş! Zevk ve ihtiyacın doğurduğu bu hareketin düşmek tabiriyle ifade edilmesinin sebebini anlamıyordum. Gençliğim ve görgüsüzlüğüm içkiye, sigaraya kendini nasıl kaptırdıysa buna da öyle kaptırdı.
Bununla beraber bu ilk sukutun5 acı, dokunaklı bir hususiyeti de oldu. İyice hatırlıyorum ki daha odadan çıkmadan, hemen o işten sonra, derin bir kedere uğradım, gözlerim doldu: Temiz ve suçsuz ruhumun artık benden uzaklaştığına ve kadınla olan normal münasebetlerimin ebediyen mahvolduğuna yanıyordum. Evet, kadınla olan normal münasebetlerim bir daha dönmemek üzere uçup gitmişti. O andan itibaren bir kadınla tertemiz bir münasebet akdetmem kabil olamazdı. Artık tabiri mahsusuyla ben bir şehvet adamı olmuştum. Şehvet adamı olmak ise ne bileyim, işin maddiliği itibarıyla alkolik veya esrarkeşlik derekesine düşmek gibi bir şeydi. Bir alkolik, bir esrarkeş nasıl artık normal bir hayat geçiremezse birçok kadınlarla görüşen, her çiçekten bal toplayan bir kimse de artık normal değildir. O, baştan çıkmış, ahlakı bozulmuş bir sefihtir. Bir alkolik, bir esrarkeş nasıl hâlinden belli olursa bir şehvetperest de öylece belli olur. Bu adam ihtiraslarıyla mücadele ederek kendini zapta kadir olsa bile bir kadınla kardeşçe, temiz ve hilesiz bir münasebet bağlayamaz. Bu ebediyen geçmiştir. Bunların zaafı bir genç kızın yüzüne baktıkları vakit gözlerinden anlaşılır. Ben de bir şehvet adamı olmuştum ve öyle kaldım. Beni mahveden de işte bu oldu.”
V
“Evet, böyle oldu. Sonra gitgide işi azıttık. Allah’ım! Bu kötü yolda bütün yaptıklarımı hatırladıkça, hele arkadaşlarımın her defasında benim bir türlü görgüsüzlüğümle, masumiyetimle nasıl alay ettiklerini düşündükçe nefretimden titrerim. Ya o yaldızlı gençlik, o zabitler, o Parisliler için söylenen şeyler! Ya o bizim gibi otuz yaşında, vicdanı kadınlara karşı binbir suçla dolu zevk adamları! Suçsuz, günahsız, masum bir eda ile sinekkaydı tıraş, resmî elbise veya üniforma içinde, gömleklerimizin parıltıları gözleri kamaştırırken baloya veya bir salona girişimiz vardır! Ne temizlik remzi! Ne hülya!..
Biraz düşünelim: Ne yapıyoruz, ne yapmamız lazım? Mesela bu sefihlerden biri kız kardeşime veya kızıma yanaşmış. Ben onun ne mal olduğunu bildiğim için bir tarafa çekerek ‘Arkadaş…’ diyorum, ‘ben senin ne çapkın bir adam olduğunu, gecelerini kimlerle beraber geçirdiğini bilirim. O hâlde burada işin yok demektir. Burada bulunan kızlar hep namusludurlar!’ İşte ona söylenecek söz bundan ibarettir. Hâlbuki biz bilakis ne yapıyoruz? Bunlardan, biri çıkıp kız kardeşimin veya kızımın belini sararak onunla dans edecek olursa keyfimizden kıs kıs gülüyoruz, çünkü delikanlı zengindir, kaçırılacak av değildir. Olabilir ya, belki benim kızımı da alıp şereflendirmek tenezzülünde bulunur. Hatta onda berbat bir hastalığın az çok izleri kalmış ise bile zararı yok! Bugün artık o hastalıkları iyi ediyorlar! Yüksek ailelerden ne kadarını bilirim ki kızlarını böyle hastalığı olan sefihlere vermişlerdir. Oh, ne iğrenç! Fakat elbet bir gün gelecek ki bütün bu alçaklıklar ve bütün bu yalanların maskesi düşecektir!”
Gene birkaç kere acayip seslerle geğirmeleri duyuldu. Çayına katmak için sıcak suyu kalmamıştı. Ağza alınmayacak derecede koyu olan çayını öylece susuz olarak içti. Kendim, içtiğim iki fincan çayın tesirini gördüğüm için bu çayın ona ne kadar dokunacağını kestirebiliyordum. Filhakika Pozniçev gitgide heyecanlanıyor, sesi değişik bir hâl alıyordu. Yerinde duramıyor, şapkasını çıkarmasıyla giymesi bir oluyordu. Yarı karanlıkta gördüğüm yüzünün her an ifade ettiği mana başka idi.
Devam etti:
“Zihnim aile ve izdivaç meseleleriyle meşgul olduğu hâlde bu suretle otuz yaşına geldim. O zaman işime uygun gelecek kızları tetkike başladım. Baştan çıkmış, sefih bir adam olduğum hâlde temizliği benim seviyemde