çok sürmedi. Fakat çok sürmeyen bu zamana ait hatıralarımı da yüzüm kızarmadan aklımdan geçiremem. O ne tatsızlıktı ya Rabbi! Ruhlarımız arasında eğer bir anlaşma olsaydı… Çünkü asıl mesele ruhların yakınlığında, yani insanın perisi hazzetmesindedir; yoksa şehvani muhabbet de değil; evet, eğer perilerimiz hazzetseydi bu duygularımızı konuşa koklaşa birbirimize açar, anlatırdık. Ne gezer! Baş başa kaldığımız vakit konuşmak bizim için bir mesele, bir dertti. Konuşulacak bir mevzu bulup söylemeye başlasam bile yarıda bırakıp susmaya mecbur olur, başka bir mevzu arardım. Konuşacak şey bulamıyorduk. Hayatımızın ilerisine, bir yerde yerleşip oturmamıza ve buna benzer şeylere ait mevzular tükenmiş, bu mevzular etrafında ne söylenmek mümkünse hepsi söylenmişti. Daha ne söylenebilirdi?.. Eğer hayvan olsaydık aramızda konuşulacak bir şey olamayacağını bilir, ona göre hiç sıkılmazdık. İnsan olduğumuz için konuşmamız lazımdı. Fakat birbirimize söyleyecek hiçbir lafımız yoktu. Aklımızdan geçen şeyler konuşmakla hallolunmaya muhtaç şeyler değildi. Bu sessizliği acınacak bir itiyat ile şekerleme filan yiyerek karşılamak; düğün hazırlığı diyerek yatak odası döşemek, karyolalar, gündüzlük, gecelik esvaplar ısmarlamak, tuvalet takımları almak… Nedir bunlar?..
Domostroy kanununa12 göre evlenilecek olursa kuş tüyü yatak takımları, karyolalar, çeyizler, ufak tefek şeylere kıymet vermekle beraber izdivaca bir bakıma kutsiyet verilmiş olur. Fakat bizim telakkimize göre… Biz ki bu işin kutsiyetini bir tarafa bırak -buna ister inanılsın ister inanılmasın, ehemmiyeti yok- evet, bu işin kutsiyetine değil, fakat verdiğimiz söze, ettiğimiz taahhüde onda birimiz bile iman etmeyiz, fakat biz ki ancak ellide birimiz hemen karısına hıyanetlik etmemek metanetini gösteririz, hasılı biz ki bir kadına temellük etmeden evvel kiliseye gitmek mecburi olduğu için mahaza bu şartı yerine getirmiş olmak üzere kiliseye gideriz; bizim gibilere göre bu ufak tefek şeylerin canavarca bir manası vardır. Bunda biz adi, has bir pazarlık buluruz: Açıkçası ahlaksız bir sefihe bir kızoğlankız satılıyor ve bu satım resmî birtakım muamelelerle sarılıp sarmalanıyor.”
XI
“Hepimiz evlendiğimiz gibi işte ben de böyle evlendim. Meşhur balayı başladı. Balayı! Ne bayağı bir tabir! Bir gün Paris’te bir pazar yerinde dolaşıyordum. Bir barakada sakallı bir kadınla bir ‘su köpeği’ teşhir olunuyordu. Sakallı bir herif dekolte bir kadın kıyafetine girmiş, sakallı kadın olmuştu. Ötede bir havuzun içinde de fok derisine sokulmuş bir köpek yüzüyordu. Burada görülmeye değer hemen hiçbir şey yoktu. Barakadan çıkarken patron beni ahaliye göstererek ‘İnanmazsanız…’ dedi, ‘bu mösyöye sorun, içeri girmeye değer mi değmez mi? Haydi bayanlar, baylar girin, girin, içeri girin, adam başına sadece bir frank!’ Ben sıkıldım, herifi yalancı çıkaramadım, o da şüphesiz benim bu duyguma güvenmişti. Balayının tatsızlığını denemiş olanlar da mutlaka aynı duygu ile hareket ederek başkalarının hevesini kırmaya yanaşmıyorlardır.
Ben de kimsenin hülyasına dokunmadım, fakat artık bugün susmak için bir sebep görmüyorum. Bilakis her şeyi olduğu gibi söylemek ödevinde olduğumu zannediyorum. Evet, balayının hoşa gidecek hiçbir tarafı yoktur. Devamlı bir çekingenlik, bir sıkılma, bir utanma, kara bir neşesizlik ve hepsinden üstün müthiş bir can sıkıntısı. Bu hâli ben toy bir gencin sigaraya alışmaya yeltendiği ilk zamanlarına benzetebilirim: Zavallıya bulantılar gelir, boyuna yutkunur da yine kendini sigaranın tadını alıyormuş gibi gösterir. Eğer tütünden bir zevk alması lazımsa o alışırken değil, ileride alıştıktan sonra olacak bir şeydir. Karı koca da balayının tadını çıkarmadan evvel onun berbatlıklarına katlanıp alışmaya mecburdurlar.”
“Ne gibi berbatlıklar?” dedim. “Zannederim insanlar için en tabii olan şeylerden bahsediyorsunuz.”
“Tabii olan şeyler mi? Hiç de öyle değil! Ben şu kanaate vardım ki bunlar tabii olmak şöyle dursun bilakis tabiata aykırı şeylerdir. O iş, bir oğlan çocuğa karşı ne kadar tabiata aykırı ise masum bir genç kıza karşı da o kadar aykırıdır. Benim kız kardeşimi genç yaşında yaşlıca bir adama verdiler. Herif o zamana kadar feleğin çemberinden geçmiş, gerdeğe girdiği gece kardeşimin, öfkesinden sapsarı, baştan ayağa titrer bir hâlde ondan nasıl korkup kaçtığı gözümün önüne geliyor. Herifin kendisine nasıl melunca bir teklifte bulunduğunu mümkün değil söyleyemeyeceğini anlatıyordu.
Sizin tabii dediğiniz şey bu mudur? Yemek yemek tabiidir, yemek yemekte bir zevk vardır ve öteden beri bu iş için utanmaya mahal yoktur. Fakat öteki iş de böyle midir? Onda utanma ve acı vardır. Hayır, bu tabii değildir. Masum bir genç kız bu işi daima korku ve helecanla karşılar. Ben buna kanaat getirmişimdir.”
“Fakat nesl-i beşeri idame başka türlü nasıl mümkün olur?”
Cazip göründüğü kadar da harcıâlem ve bayağı bulduğu bu itirazı zaten bekliyormuş gibi kindar bir istihza ile “Hah!” dedi. “Tamamdır işte! Nesl-i beşerin zevali meselesi! Büyük tehlike!”
Durdu. Acaba ne söyleyecekti? Çok beklemedim, devam etti:
“Fukara ölsün, zenginler kalsın. İngiliz lortları adamakıllı ense yapsınlar diye Malthus nazariyesini kabul etmeye müsaade var. Çocuk olmasın, şehvani zevkler eksilmesin, artsın diye izdivaçta kısırlığı kabule müsaade var. Fakat ahlak namına biraz çiftleşmekten içtinap13 tavsiyesinde bulundunuz mu aman Allah’ım, ne kıyametler kopar! Sanki beş on kişi bu işte domuzlara benzemezse nesl-i beşerin kökü kururmuş gibi!.. Affedersiniz, bu ışık benim gözüme dokunuyor. Şu lambayı kapatabilir miyiz?”
Benim için hepsinin bir olduğunu söyledim. Kendine has bir çeviklikle kanepeye çıkarak lambayı örttü.
“Güzel ama…” dedim, “eğer herkes bu nazariyeye göre hareket edecek olsa nesl-i beşer yine münkati olur.”
Hemen cevap vermedi. Tam karşıma gelerek dirseklerini ayrık bacaklarına dayadı:
“Nesl-i beşerin nasıl üreyip türeyeceğini soruyorsunuz. Üreyip türemesi pek mi lazım?”
“Fakat o hâlde bizim de mevcut olmamamız icap ederdi.”
“Bizim varlığımız neye iyi? Biz ne için varız?”
“Ne için mi? Yaşamak için!”
“Yaşamak için ha? Fakat eğer gaye bundan ibaretse eğer ‘hayat bize yaşamak için verilmiş’14 ise hayatın hiçbir lüzumu, faydası yok demektir. O hâlde Schopenhauer’lar, Hartman’lar, bütün Budistler yerden göğe kadar haklıdırlar. Fakat eğer hayatta bir gaye varsa bu gayeye erişildiği anda hayatın durması zaruri olur ve hakikatte de bu iş böyledir.”
Bunu söylerken muhatabımın gösterdiği heyecandan sözlerine ne kadar kıymet verdiğini anlıyordum.
Devam etti:
“Siz ne dersiniz? Eğer insanlığın gayesi saadeti, iyiliği, aşkı -istediğinizi seçin- evet, bunları tahakkuk ettirmekse, eğer insanlığın gayesi peygamberlerin kitabında denildiği gibi bütün insanları birleştirip aşk hamurunda yoğurmak, mızrakları, kargıları tırpana tahvil etmek gibi şeyler ise buna engel olan nedir? Buna engel olan bizim ihtiraslarımızdır. İhtiraslarımız içinde de en azgını, en kötüsü ve en yapışkanı olan zevk ve şehvet ihtirasıdır. Eğer biz ihtiraslarımızı ve bu meyanda en azgın olanını, şehvet ihtirasını yenecek olsak o zaman peygambere gelen ilham tahakkuk edecek, insanlar arasında birleşme hasıl olacak ve böylelikle ülküsüne varacak olan beşeriyetin varlığına sebep kalmayacaktır. Fakat beşeriyet baki kaldıkça onu sevk ve idare eden bir ülküsü de bulunacaktır. Ama nasıl