onu giyinirken bulmuş. Ne yaptığını soran eşine atlar için endişe ettiğini, bu yüzden uyuyamadığını ve ahırlara gidip her şeyin yolunda olup olmadığına bakacağını söylemiş. Yağmur damlalarının pencereye vurduğunu duyunca kocasının evde kalmasını istemiş ama adam, eşinin tüm yalvarmalarına rağmen yağmurluğunu giyip evden ayrılmış.
Bayan Straker sabah yedide uyandığında kocasının henüz dönmediğini görmüş. Aceleyle giyinip hizmetçiyi çağırmış ve doğruca ahırların yolunu tutmuş. Kapı açıkmış ve tamamen baygın vaziyette olan Hunter, bir sandalyenin üzerinde oturuyormuş. Atın harası boşmuş ve seyisten de eser yokmuş.
Hayvanların ahırı üstündeki samanlıkta uyuyan iki delikanlı hemen uyandırılmış. Gece boyunca hiçbir şey duymamışlar; çünkü çok derin uykuları varmış. Hunter çok güçlü bir uyuşturucunun etkisindeymiş ve ne yapsalar işe yaramayacağından kendiliğinden uyanıncaya kadar beklemeye karar vermişler. Diğer taraftan iki kadın ile iki delikanlı kayıpları aramak için koşuşturmuşlar. Seyisin atları, erken saatte egzersiz yaptırmak için çıkardığı konusunda hâlâ az da olsa bir ümitleri varmış ama evin yakınlarındaki tepeciğe çıktıklarında -ki buradaki komşu fundalıkların hepsi görüş alanlarındaydı- kayıp ata ait bir iz bulamadıkları gibi bir trajedinin eşiğinde olduklarını sezinlemişler.
Ahırlardan yaklaşık çeyrek mil uzaklıkta John Straker’ın paltosunun, katırtırnağına benzer bir çalıya asılı olduğunu görmüşler. Fundalığın biraz ilerisinde, boş arazide çukur bir alan varmış ve bunun dibinde talihsiz seyisin cesedini bulmuşlar. Ağır bir silahla kafası paramparça edilmiş ve baldırında, çok keskin bir aletle açılmış uzunlamasına bir yaraya rastlanmış. ancak Straker’ın vahşi saldırganlarına karşı kendini savunduğunu biliyoruz. çünkü sağ elinde, sapına kadar kanla kaplı küçük bir bıçak varmış ve sol eliyle siyah-kırmızı renkte ipek bir kravatı sıkıca tutuyormuş. Hizmetçi, bunu, önceki gece ahıra gelen yabancının üstünde gördüğünü söylemiş.
Hunter kendine geldiğinde kravatın o adama ait olduğunu doğrulamış. Pencerede duran aynı yabancının koyun pirzolasına uyku ilacı kattığını ve böylece ahırın başında duran bekçilerinden kurtulduğunu ileri sürdü.
Kayıp ata gelince… Çamurdaki izlere bakılırsa boğuşma sırasında o da o çukur alandaymış. Bunu gösteren bir sürü delil var. Büyük bir ödülün konmasına ve Dartmoor’daki tüm Çingenelerin tetikte olmasına rağmen kaybolduğu sabahtan beri hiç haber alınamadı. Son olarak seyis yamağının bıraktığı akşam yemeği üzerinde yapılan incelemelerde çok miktarda toz hâlinde afyona rastlandığını ve ayrıca aynı yemekten yiyen ev halkında hiçbir yan etkinin olmadığını da söylemek gerekir.
Sana, davanın ana unsurlarını, ipuçlarını anlatmadan tüm çıplaklığı ile gözlerinin önüne sermeye çalıştım. Şimdi de bu davada polisin yaptıklarını özetleyeceğim.
Davaya bakan Müfettiş Gregory, işinin ehli olan bir memurdur. Biraz hayal gücüne sahip olsaydı mesleğinde oldukça yükselebilirdi. Doğal olarak buraya ulaşır ulaşmaz tüm şüpheleri üzerine çeken adamı buldu ve tutukladı. Onu bulmakta zorlanmadılar çünkü daha önce bahsettiğim o villalarda oturuyormuş. Adı Fitzroy Simpson’mış. İyi bir aileye ve eğitime sahipmiş. Büyük bir serveti at yarışlarında kaybetmiş ve şu an Londra’nın spor kulüplerinde bültenler hazırlayarak sessiz sakin geçimini sağlıyor. Bahis kayıtlarına bakıldığında favoriye karşı beş bin sterlin yatırdığı görülmüş.
Tutuklandığında King’s Pyland’in atları hakkında bilgi almak için Dartmoor’a gittiğini ve Silas Brown idaresindeki Mapleton ahırlarında bulunan ve ikinci gelmesi beklenen at hakkında bir şeyler öğrenmeyi ümit ettiğini itiraf etmiş. Geçen geceki davranışlarını inkâr etmeye kalkışmamış ve kötü bir niyeti olmadığını, sadece birinci elden bilgi almak için çabaladığını söylemiş. Kravatını gösterdiklerinde ise bembeyaz kesilmiş ve cesedin elinde bulunmasına hiçbir açıklama getirememiş. Islak kıyafetlerinin, onun bir önceki gece yağmurda dışarıda olduğunu gösterdiği ve Penang tarzı kurşun kaplama bastonunun da seyisin aldığı şiddetli darbelerin kaynağı olabilecek cinsten olduğu çok açık.
Ancak diğer taraftan, vücudunun hiçbir yerinde darp izi görülmemiş. Kaldı ki Straker’ın elindeki bıçağı düşünecek olursak saldırgan mutlaka yara almış olmalıydı. Evet, her şeyi kısaca anlattım Watson ve olayı bir nebze olsun aydınlatabilirsen sana sonsuz minnettarlık duyacağım.”
Holmes’un her zamanki berraklığı ile olayı anlatışını büyük bir ilgiyle dinledim. Olanların çoğundan haberdar olmama rağmen aralarındaki bağlantıyı yeteri derecede kuramıyordum.
“Straker’ın yarasına, boğuşma sırasında kendi bıçağının sebep olduğu ve kafasını yaralamış olabileceği ihtimali var mı?” dedim.
“Öyle olma ihtimali yüksek tabii!” dedi Holmes. “Böylece sanığın lehine olacak bir noktayı göz ardı edebiliriz.”
“Ancak ne var ki polisin teorisinin ne olabileceğini tahmin edemiyorum.”
“Bizim sunabileceğimiz teoriye çok ciddi bir şekilde itiraz edebilirler.” diye karşılık verdi arkadaşım. “Anladığım kadarıyla polis, bu Fitzroy Simpson denen adamın, çocuğu uyutup anahtarlarının yedeklerini elde ettiğine ve ahır kapısını açıp atı kaçırmak amacıyla aldığına inanıyor. Atın dizginleri kayıp. Bir ihtimal Simpson atı dizginledi, sonra da kapıyı açık bırakarak onu fundalıktan geçirirken seyisle karşılaştı. Doğal olarak aralarında hır çıktı. Simpson ağır bastonuyla seyisin kafasını patlattı ama Straker’ın, kendisini korumak amacıyla çıkardığı küçük bıçaktan şans eseri hiç darbe almadı ve böylece hırsız, atı ya gizli bir yere götürdü ya da at şu an boş boş geziniyor. Polise göre durum böyle ama diğer bütün açıklamalar da en az bunun kadar imkânsız bence. Her neyse, oraya gider gitmez her şeyi olay yerinde inceleyeceğim. O zamana kadar bir ilerleme kaydetmemiz mümkün görünmüyor.”
Küçük bir kasaba olan Tavistock’a ulaştığımızda akşam olmuştu. Bu yer, geniş alanlara sahip Dartmoor’un tam ortasında bir kalkanın topuzu gibi duruyordu. İstasyonda bizi iki beyefendi bekliyordu. Biri, aslan yelesi gibi saçları ve delici mavi gözleriyle uzun boylu, sarışın bir adam; diğeri de redingotlu ve tozluklu, kısa favorili, gözlüklü, kısa boylu, kıpır kıpır bir adamdı. İlki iyi tanınmış bir centilmen olan Albay Ross, diğeri ise İngiliz dedektiflik servisinde hızla ünlenen Müfettiş Gregory idi.
“Geldiğiniz için çok memnun oldum, Bay Holmes.” dedi albay. “Müfettiş yapılabilecek her şeyi yaptı ama zavallı Straker’ın intikamının alınmasını ve atıma tekrar kavuşmak için her taşın altına bakılmasını istiyorum.”
“Yeni gelişmeler oldu mu?” diye sordu Holmes.
“Maalesef pek fazla ilerleme kaydedemediğimi söylemek zorundayım.” dedi müfettiş. “Dışarıda üstü açık arabamız bekliyor ve şüphesiz hava kararmadan orayı görmek isteyeceğiniz için yolda giderken konuşabiliriz.”
Bir dakika sonra hepimiz konforlu landoya binmiştik. eski, gizemli Devonshire şehrinin sokaklarında ilerliyorduk. Dava konusunda oldukça bilgili olan Müfettiş Gregory, bize gerekenleri aktarırken Holmes ara sıra bir soru ya da nida ile araya giriyordu. Albay Ross ise arkasına yaslanmış, kollarını kavuşturmuş ve şapkasını gözlerinin önüne çekmişti. Ben de tüm dikkatimi vererek iki dedektifin karşılıklı konuşmalarını ilgiyle dinliyordum. Gregory’nin açık seçik ortaya koyduğu teorisi, tren yolculuğunda Holmes ile beraber konuştuklarımıza çok benziyordu.
“Ağımızı Fitzroy Simpson’ın