sanıyorum öyle. Her neyse ben yarın haber veririm.” Holmes kendisine uzatılmış titreyen ele ilgisiz kalarak topukları üzerinde aniden döndü ve King’s Pyland’e olan yolculuğumuza devam ettik.
“Bay Silas Brown kadar zorba, korkak ve sinsi bir karaktere çok nadir rastlamışlığım vardır.” dedi Holmes ikimiz yorgun argın yürürken.
“O zaman at onda değil mi?”
“Tehditler savurarak kendini haklı çıkarmaya çalıştı ama o sabah yaptığı her şeyi bir bir anlatınca onu izlediğim kanaatine vardı. Mutlaka onunkiyle eşleşen ayak izlerindeki karemsi burun izi dikkatini çekmiştir. Başkasının emrinde çalışan birinin cesaret edemeyeceği bir şey yapmıştı. Sonra, onun anlayacağı dilde ilk gidenin o olduğunu, fundalıkta başıboş gezen bir atı fark ettiğini, onu yakalamak için peşinden gittiğini ve adını aldığı beyaz alnından onu tanıdığında nasıl şaşırdığını anlattım. Parasını yatırdığı atı ancak Gümüş Şimşek’in yeneceğini bildiğinden şeytana uyduğunu söyledim. Atı ilk olarak King’s Pyland’e geri götürmeyi düşündüğünü ama sonra yarış bitene kadar saklamaya karar vererek Mapleton’da gizlemeyi düşündüğünü tek tek açıkladım. Her ayrıntıyı anlattığımda oyunundan vazgeçip kendi postunu kurtarmaya karar verdi.”
“Ama ahırları aranmıştı.”
“Ah, onun gibi bir dolandırıcının mutlaka başvuracağı bir hilesi vardır.”
“Atı, zarar vermek için her türlü nedeni olan bu adamın elinde bırakmaktan korkmuyor musun?”
“Sevgili arkadaşım, artık ona gözü gibi bakacaktır. Merhamet dilenmek için tek ümidinin onu korumak olduğunu gayet iyi biliyor.”
“Albay Ross hiçbir şekilde merhametli davranacağı izlenimini uyandırmadı bende doğrusu.”
“İş Albay Ross’ta bitmiyor. Kendi metotlarım var ve ona olayların istediğim kadarını anlatırım. Gayriresmî olmanın avantajlarından biridir bu. Fark ettin mi bilmem Watson ama albayın tavırları bana biraz kibirli geldi. Onunla biraz alay ederek eğlenme niyetindeyim. Ona at konusunda bir şey anlatmanı istemiyorum.”
“İznin olmadan asla konuşmayacağımı bilirsin.”
“Tabii. Bütün bu olanlar John Straker’ı kimin öldürdüğü konusunun yanında çok önemsiz ayrıntılar.”
“Şimdi bu konuyla mı ilgileneceksin?”
“Aksine, gece treniyle Londra’ya geri döneceğiz.”
Arkadaşımın sözleri karşısında yıldırım çarpmışa döndüm. Sadece birkaç saattir Devonshire’daydık ve çok başarılı giden bir soruşturmayı yarıda bırakmasını aklım almıyordu. Seyisin evine dönene kadar ağzını bir daha bıçak açmadı. Albay ile müfettiş bizi oturma odasında bekliyorlardı.
“Biz gece ekspresi ile geri dönüyoruz.” dedi Holmes. “Sizin muhteşem Dartmoor havanızı soluduğumuz için şanslı sayılırız.”
Müfettişin gözleri fal taşı gibi açılırken albay, dudaklarını küçümseyen bir şekilde büktü.
“Zavallı Straker’ın katilini bulma konusunda umudunuzu kestiniz demek.” dedi.
Holmes omuzlarını silkti. “Çok ciddi zorluklar var önümüzde.”
dedi. “Atınız geri dönecek ve salı günkü yarışa katılacak; bu nedenle jokeyinizi hazırda tutmanızı tavsiye edeceğim. Sizden Bay Straker’ın fotoğrafını isteyebilir miyim?”
Müfettiş fotoğrafı bir zarftan çıkararak uzattı.
“Sevgili Gregory, isteklerimi önceden tahmin ediyorsun! Burada biraz beklemenizi isteyeceğim; çünkü hizmetçiye sormak istediğim bir soru var.”
“Londralı dedektifimiz beni hayal kırıklığına uğrattı.” dedi Albay Ross arkadaşım odayı terk ederken. “Geldiğinden beri hiç ilerleme kaydedemedik.”
“En azından atınızın koşacağı teminatını aldınız ondan.” dedim.
“Evet, teminat verdi.” dedi albay omuzlarını silkerek. “Bana atımı vermesini tercih ederdim.”
Arkadaşımı savunacak bir cevap vermek üzereydim ki Holmes tekrar odaya döndü.
“Şimdi, beyler…” dedi. “Tavistock’a gitmek için hazırım.”
Arabaya binerken seyis yamaklarından biri kapıyı bizim için açık tuttu. Aniden Holmes’un aklına bir fikir gelmiş olacaktı ki öne doğru eğilip çocuğun koluna dokundu.
“Otlakta birkaç koyununuz var.” dedi. “Onlarla kim ilgileniyor?”
“Ben ilgileniyorum, efendim.”
“Ters giden herhangi bir şey fark ettin mi?”
“Aslında kayda değer pek bir şey yok ama üç tanesi topallamaya başladı, efendim.”
Holmes’un memnun olduğunu görebiliyordum çünkü kıkırdayarak ellerini ovuşturmaya başlamıştı.
“Tam isabet Watson, on ikiden vurduk!” dedi kolumu çimdikleyerek. “Gregory, koyunlar arasındaki bu tuhaf salgın hastalığa dikkatini çekmek istiyorum. arabacı! Devam edelim.”
Arkadaşımın yeteneği konusunda Albay Ross’ın, zihninden geçenler, yüzünden okunabiliyordu. Ancak müfettişin ilgisini çekmeyi fazlasıyla başarmıştı.
“Bunun önemli olduğunu mu söylemek istiyorsun?” diye sordu.
“Fazlasıyla.”
“Özellikle dikkatimi çekmek istediğin bir nokta var mı?”
“O geceki köpekle ilgili tuhaf durum.”
“O gece köpek bir şey yapmadı ki!”
“İlginç olan da bu zaten.” dedi Sherlock Holmes.
Dört gün sonra Wessex Kupası yarışlarını izlemek üzere Holmes ile beraber yine Winchester’a doğru trenle gidiyorduk. Sözleştiğimiz gibi Albay Ross bizi istasyonda karşıladı ve hep beraber onun arabasıyla kasabanın ilerisindeki hipodroma doğru yol aldık. Yüzü çok ciddiydi ve tavırları aşırı soğuktu.
“Atımı henüz göremedim.” dedi.
“Sanıyorum onu görür görmez tanırsınız, değil mi?” diye sordu Holmes.
Albay çok sinirlenmişti. “Yirmi yılım hipodromda geçti ve şimdiye kadar böyle bir soruyla karşılaşmadım.” dedi. “Beyaz alnı ve benekli ön bacağıyla Gümüş Şimşek’i bir çocuk bile tanır.”
“Bahisler nasıl gidiyor?”
“Aslında çok ilginç. Düne kadar bire on beş veriyordu ama şimdi o kadar düştü ki bire üç vermesi bile zor.”
“Hımm!” dedi Holmes. “Belli ki birileri bir şeyler biliyor.”
Arabamız tribüne yakın çevrili alana yaklaşırken kayıtların bulunduğu kartlara göz attım. Şöyle idi:
Wessex Kupası 50 altın lira, dört ve beş yaşındakiler için ilave her yüz fite 1,000 altın. İkinciye 300 sterlin. Üçüncüye 200 sterlin. Yeni pist (bir mil ve beş adet iki yüz metrelik mesafe)
1. Bay Heath Newton’ın Negro’su (kırmızı kep, bordo ceket)
2. Albay Wardlaw’un Pugilist’i (pembe kep, mavi ve siyah ceket)
3. Lord Backwater’ın Desborough’su (sarı kep ve ceket)
4. Albay Ross’ın Gümüş Şimşek’i (siyah kep ve kırmızı ceket)
5. Balmoral dükünün Iris’i (sarı kep ve siyah ceket)
6.