aşmaktasın!”
Holmes çantayı aldı ve çukurdan inerek örtüyü daha merkezî bir yere çekti. Sonra yüzüstü, boylu boyunca uzanıp ellerini çenesinin altına koydu ve önünde duran çiğnenmiş çamuru dikkatle inceledi.
“Hayret! Bu da ne?” dedi aniden.
Yarısı yanmış bir mumdu ve çok fazla çamura bulandığından küçük bir odun parçasına benziyordu.
“Bunu nasıl da gözden kaçırmışım!” dedi müfettiş kendine kızarak.
“Görünmüyordu, çamura batmıştı. Bunu aradığım için gördüm ben de.”
“Nasıl yani? Bunu bulmayı mı umuyordun?”
“Kesinlikle!”
Çantadan çizmeleri çıkararak yerdeki izlerle karşılaştırdı. Sonra çukurun kenarına tırmanarak çalılıklarla eğrelti otlarının arasında süründü.
“Maalesef bundan başka ayak izi yok.” dedi müfettiş. “Etrafımızı çevreleyen yüz yardalık alandaki toprakları çok dikkatli bir şekilde inceledim.”
“Elbette!” dedi Holmes ayağa kalkarak. “Senin bu sözlerinden sonra devam etme saygısızlığını gösteremem ancak hava kararmadan fundalıkta ufak bir gezintiye çıkmak isterim, böylece yarına biraz daha hazırlıklı olurum. Galiba bu nalı şans getirsin diye cebime atacağım.”
Arkadaşımın sessiz ve sistematik çalışma şekli nedeniyle biraz sabırsız davranan Albay Ross saatine göz attı.
“Benimle geri dönmeni çok isterim, müfettiş.” dedi. “Birkaç hususta tavsiyelerine ihtiyacım var; özellikle de yarıştan çekilmemiz gerekip gerekmediğini sormak istiyorum.”
“Tabii ki hayır!” dedi Holmes kararlılıkla. “İsmi listede kalmalı.”
Albay eğilerek “Fikrinizi öğrendiğim için memnunum.” dedi. “Yürüyüşünüzü tamamladığınızda bizi zavallı Straker’ın evinde bulabilirsiniz. Birlikte Tavistock’a dönebiliriz.”
O, müfettiş ile geri dönerken ben, Holmes ile beraber fundalıkta yavaş yavaş yürümeye başladım. Güneş Mapleton ahırlarının arkasında batmaya başlamıştı bile. Sararmış eğrelti otlarıyla böğürtlen çalıları, gece ışığını yakalamışken önümüzde duran uçsuz bucaksız eğimli ovanın altın rengi yoğun kırmızımsı atmosferi kahverengiye dönüşmeye başlamıştı. ancak manzaranın verdiği keyfi derin düşüncelere dalmış olan arkadaşım kaçırıyordu.
“Bu taraftan, Watson!” dedi en sonunda. “John Straker’ı kimin öldürdüğü sorusunun cevabını bir süreliğine bir kenara bırakarak ata ne olduğu üzerinde yoğunlaşmalıyız. Diyelim ki trajedi yaşanırken ya da sonrasında kaçtı, peki nereye gitmiş olabilir? Atlar sosyal canlılardır. Tek başına kaldıklarında içgüdüleriyle hareket ederler, dolayısıyla ya King’s Pyland’e geri döndü ya da Mapleton’a gitti. Neden fundalıkta başıboş dolaşsın ki? Şimdiye kadar kesinlikle bulunurdu. Sonra Çingeneler onu neden kaçırsın? Bu insanlar belanın olduğu yerde bir an durmazlar; çünkü polis tarafından taciz edilmek istemezler. Böyle tanınmış bir atı satmayı hayal edemezler. Büyük bir riske girmiş olurlar ve onu kaçırmaları faydalarına olmaz.”
“O hâlde nerede olabilir?”
“Dediğim gibi ya King’s Pyland’e ya da Mapleton’a gitti. King’s Pyland’de olmadığına göre Mapleton’da. Bu hipotez üzerinde çalışalım; bakalım bizi nereye götürecek. Müfettişin dediği gibi fundalığın bu tarafları çok sert ve kuru; ancak Mapleton’a doğru bir eğim var ve buradan da gözüktüğü gibi orada büyük bir çukur bulunuyor. Orası pazartesi akşamı bayağı ıslanmış olmalı. Tahminlerimiz doğru ise at o tarafa geçmiş olmalı ve onun izlerini araştırmak için o noktadan başlamalıyız.”
Konuşmamız boyunca hızla yürüyorduk ve birkaç dakika içinde bahsettiğimiz çukura varmıştık. Holmes’un ricasıyla ben çukurun sağından yürürken, o da solundan ilerledi. ama daha elli adım atmadan onun bana seslenerek el salladığını gördüm. Önündeki yumuşak toprakta bir at nalının izleri vardı. Cebinden çıkardığı nal ile tıpatıp uyuşuyordu.
“Hayal gücünün değerini görüyor musun?” dedi Holmes. “Gregory’nin yoksun olduğu bir özellik. Ne olabileceğini hayal ettik, bu varsayım üzerine davrandık ve kendimizi haklı çıkardık. Devam edelim.”
Çamurlu zemini geçerek kuru, sert bir meydana doğru çeyrek mil kadar yürüdük. Yine eğimli bir yere geldik ve yine izlere rastladık. Sonra yarım mil kadar kayboldular ama Mapleton yakınlarında yine karşımıza çıktılar. Onları ilk gören Holmes oldu ve izleri parmağı ile gösterirken yüzünden zafer sevinci okunuyordu. Atın nal izlerinin yanında ayrıca bir adamın ayak izleri vardı.
“At başlangıçta yalnızmış!” diye bağırdım.
“Aynen öyle. Yalnızdı. Ah! Bu da ne?”
İkilinin izi aniden dönerek King’s Pyland’e doğru yönelmişti. Holmes keyifle ıslık çaldı ve izleri takip ederek yolumuza devam ettik. Gözlerini izlerden ayırmıyordu ama ben tesadüfen biraz ilerisine göz attığımda aynı izlerin karşı yönden geri geldiğini görünce şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Bir puan kazandın, Watson!” dedi Holmes dikkatini çektiğimde. “Bizi uzun bir yürüyüşten kurtardın. İzler bizi tekrar buraya getirecekti. Dönüş izlerini takip edelim.”
Çok uzağa gitmemiz gerekmedi. İzler, Mapleton ahırlarının kapısındaki kaldırımda son buldu. Yaklaşınca bir seyis koşarak yanımıza geldi.
“Burada başıboş dolaşanları istemiyoruz!” dedi.
“Sadece bir soru sormayı ümit ediyordum.” dedi Holmes işaret parmağı ile başparmağını yeleğinin cebine koyarak. “Yarın sabah saat beş, Bay Silas Brown’ı görmek için fazla erken bir saat mi olurdu?”
“Siz çok yaşayın efendim ama o saatte ayakta olacak biri varsa o da patronum olurdu. ama bakın efendim, sorunuza cevap vermek için kendisi geliyor zaten. Hayır efendim, hayır, sizin paranıza dokunduğumu görürse gözünden düşerim. ama isterseniz sonra alabilirim.”
Sherlock Holmes cebinden çıkardığı yarım kronu tekrar yerine koyarken kızgın bakışlı, yaşlıca ve elindeki avcı kırbacını sallayarak gelen bir adam yaklaştı.
“Neler oluyor, Dawson?” dedi. “Dedikodu yok! İşine bak sen! Ve siz, ne istiyorsunuz?”
“Sizinle on dakika konuşmak istiyorum, sevgili bayım.” dedi Holmes en tatlı hâliyle.
“Önüme gelen her serseriyle konuşacak vaktim yok! Burada yabancı istemiyoruz. Şimdi gidin, yoksa köpeği peşinize salacağım!”
Holmes biraz eğilerek kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam, şiddetle irkildi ve şakaklarına kadar kıpkırmızı kesildi.
“Yalan!” diye bağırdı. “İğrenç bir yalan!”
“Pekâlâ. Bu konuyu herkesin içinde mi tartışalım, yoksa içeride mi konuşalım?”
“Ah, gelmek isterseniz oraya geçelim.”
Holmes gülümsedi. “Seni birkaç dakikadan fazla bekletmeyeceğim, Watson.” dedi. “Şimdi, Bay Brown, emrinizdeyim.”
Yirmi dakika sonra Brown, kıpkırmızı olan yüzü iyice solmuş bir hâlde Holmes ile birlikte tekrar göründü. Bu kadar kısa sürede Silas Brown’da hasıl olan değişikliği hiç kimsede görmemiştim. Yüzü kül rengine dönüşmüş, alnı boncuk boncuk ter ile parlamış ve avcı kırbacı esen rüzgârda sallanan bir dal misali titremeye başlamıştı.