Safveti Ziya

Salon Köşelerinde


Скачать книгу

isterim.”

      Sonra Madam Jackson’a döndü:

      “Fakat siz beni korkuttunuz, madam.” dedi. “Beyle vals etmeye bir türlü cüret edemeyeceğim…”

      Ben tekrar eğildim ve dedim ki:

      “İsteğimin reddedileceğini bildirmek istiyorsanız, matmazel, beni üzersiniz.”

      “Ooo!.. Mösyöö…” dedi ve hemen yerinden kalktı. Sol eliyle eteğini düzeltti; sağ kolunu hafif bir hareketle döndürerek gözlüğünün ince zincirini bileğine salıverdi. Gözlüğü de eldiveniyle avucunun arasına sıkıştırdıktan sonra:

      “Başlıyoruz, değil mi?” dedi. Evet başlıyorduk. Miss Lydia sol elini, okşar gibi omzuma iliştirmişti. Ben parmaklarımın ucunun ucuyla denilecek saygılı ve hafif bir şekilde beline sarıldım… Bir iki defa döndük. Birbirimizi tecrübe ediyorduk; daha yek ahenk, yekvücut olamıyorduk…

      Ben beline biraz daha sarıldım. Ellerimizi daha kuvvetlice sıktık. İşte o zaman o latif valsin büyülü ahengiyle kendimizden geçtik. Yekvücut olduk. Kalbimiz bile aynı çarpıntıyla, aynı şiddetle çarpıyordu. Mest edici bir aşk girdabı içinde dolanan ruhlarımız, raks perisinin pembe kanatları üzerinde uçuşuyor, çırpınıyor, dönüyor, sürekli olarak dönüyordu.Yarı kapalı gözlerim, o latif omuzlara, o billur sineye, o pembe cilde bakıyor… Yalnız o dalgalanma içinde hüzün dolu mütebessim bir çehre; helecanlı bir sine, ahenkle dalgalanan bir demet mavi tül görüyordum ve menekşe kokuları; hafif, nazik, tesirli menekşe kokuları duyuyordum.

      Daima, ara vermeden dönüyorduk. Etrafımız tenhalaşıyordu. Ben bir şeyler söylemek istiyor, fakat başaramıyordum. Dudaklarımın bir kelime bile söyleyemeyeceğini hissediyordum. Bana öyle geliyordu ki eğer kalplerin dili varsa benim kalbim o dakika pek tesirli, pek perişan birçok söz söylüyordu ve bir türlü o sözleri kesmeye kıyamıyordum. Ah! Nasıl kıyabilirdim?.. Beni bu fikrimde desteklemek, devam ettirmek istiyormuş gibi o da, Lydia’nın minimini eli de bu defa korunma istercesine, bir teslimiyet edasıyla omzuma yaslanıyordu. Saçları… O gür, kumral, maharetle dalgalandırılmış kumral saçları, vakitli vakitsiz gözlerimi, dudaklarımı okşuyor, bıyıklarıma karışıyordu… Kendimden geçiyordum!

      Birdenbire orkestra durdu; elde olmaksızın bir iki defa daha döndükten sonra biz de durduk. O zaman gördüm ki Lydia gözlerini açıyordu. Birbirimizden ayrıldık; içimde o derece bir keder, şu saadet rüyasından uyandırıldığımdan dolayı o kadar acı bir hüzün vardı ki… Miss Lydia gözlerini kısarak yüzüme baktı; kendim de bilmeksizin alışkanlıkla uzatmış olduğum koluma yavaşça kolunu geçirdi:

      “İşte şimdi…” dedi ve gülümsedi. “Şimdi yine hayat başlıyor.”

      Ve hemen ciddi bir tavır alarak ilave etti: “Fakat siz ne kadar güzel vals yapıyorsunuz! Bir Türk için harikulade bir şey!”

      Bu tür bir övgüye canım sıkılıverdi. Kırgın bir sesle dedim ki:

      “Matmazel, üzülerek bu sözünüzü bir iltifat kabul edemeyeceğim.”

      Hayretle yüzüme baktı.

      “Söylediğinizi anlayamıyorum, efendim.”

      “Pek sade bir şey… Bir Avrupalı için tabii olan bir şey, bir Türk için neden harikulade olsun? Emin olunuz ki matmazel, şimdi memleketimizde Avrupalılar kadar, belki daha duygusal, daha ahlaki, terbiye ve tahsil görmüş pek çok genç vardır.”

      Birdenbire kızardı. Sesi değişti:

      “Emin olunuz…” dedi. “Hiç o maksatla söylemedim. Sizi gücendirdimse kendimi asla affedemem.”

      Sesimi çıkarmadım. Elimde olmadan gücenik duruyordum. Mendilini dudaklarının kenarına götürdü. Saçlarını düzeltti. Durdu ve “İşte bunu severim!” dedi. “Bir erkek vatanını, milletini sevmeli.” Koluma daha çok yaslandı, hafif, dalgın bir sesle: “Ben de…” diye ekledi. “Ben de vatanımdan uzak yaşamaya mecbur olsaydım mutlaka ölürdüm!”

      Evvelki sözlerinin tabii bir neticesi olduğunu ima eder bir tavır almıştı. Göğsü kabarıp iniyor, omuz başlarından parlak bir gölge titreyerek geçiyordu. Sözüne devam etti: “Şu hâlde zannediyorum ki sizinle pek iyi ahbap olacağız.”

      Madamların yanına yaklaşmıştık. “Teşekkür ederim.” diyerek kolumu bıraktı. Yerine oturduktan sonra ben de teşekkür ettim. Oraya şimdi birkaç erkek gelmiş olduğu için, kadınların yanından ayrılabilirdim. Biraz dolaşmak, tanıdığım başka kadınları görmek üzere çekiliyordum. Lydia karnesini uzattı:

      “İsminizi yazar mısınız, vals yaptığım mösyölerin ismini karnemde bulundurmak merakımdır; bir hatıra olur.”

      “Ooo!.. Matmazel…” dedim. “Allah bilir ki bu defa değmez!..” Gelgelelim karnenin o valse isabet eden sırasına ismimi yazdım, fakat Türkçe. Defteri iade ettiğim zaman, Miss Lydia yine gözlerini kısarak baktı:

      “Ne iyi düşünmüşsünüz.” dedi ve eliyle yanındaki iskemleyi göstererek neşeli neşeli “Otursanıza, canım!” diye ekledi.

      Ve birden tavrını değiştirerek: “Fakat sizi alıkoymayayım, belki gitmek istersiniz.” dedi. Tebessüm ederek oturdum. Başını, başıma yaklaştırdı. Saçlarının latif dokunuşunu, vücudunun sıcaklığını hissediyordum.

      “Okur musunuz? Nasıl telaffuz etmeli isminizi?” diye sordu.

      “Şekip.”

      “Şe-kip. Doğru mu? Şekip… Şekip… Fakat pek güzel sizin isminiz!”

      Sonra bacağını, bacağının üstüne attı. Mavi atlastan mendilini bana uzatarak karnesini dizinin üzerine koydu.

      “Durunuz, yanı başına da ben, isminizin Fransızcasını yazayım.” dedi. O latif baş, bir iki dakika minimini defterin üzerine dokunurcasına eğilip durdu. Eldiven içinde mahpus parmaklar güçlükle hareket ediyordu. Nihayet, “İşte.” dedi. “Yazdım… Fakat böyle mi yazılacak?”

      “Pek iyi yazmışsınız.” dedim. “Tamamıyla böyle.”

      Mendiliyle defterini iade ettim. Mendili, defterin arasına sıkıştırdı. Annesine döndü.

      “Anne…” dedi. “Biraz yelpazeni versene, ateş içindeyim.” Ben bu fırsattan istifade ederek rica ettim:

      ‘‘Büfeye kadar teşrif etmez misiniz? Biraz serinlerdiniz.” Gidebilir miyim der gibi annesine baktı. Annesi bu sessiz soruya açıktan cevap verdi:

      “Şüphesiz, beyle elbette!”

      Kolumu verdim. Büfeye doğru ilerledik. “Siz, Şekip Bey…” diyordu. “Bana da, anneme de pek ziyade tesir ettiniz. Lakin bilseniz annem ne kadar müşkülpesenttir… Canım, bu balolarda insan bin türlü adam tanımaya maruz kalıyor; hele tazeler… Bunun için ben, pek fazla ölçülü davranarak pek aziz ahbabımız tarafından takdim edilmeyince kimseyi tanımak istemem… Pederim derseniz, ooo!.. Kolunda gezdiğim bir gencin üç kuşak evveline kadar ecdadını soruşturmadıkça rahat edemez… Eminim ki şimdi birisini yakalamış, sizi soruyordur!”

      Gerçekten, o aralık tek gözlüklü, uzun kır sakallı, zarif giyinmiş biri, yanında dostlarımdan bir Avusturyalı subayla bize doğru ilerliyordu. Geldiler. Arkadaşım bizi tanıştırdı:

      “Mösyö Sanşayn… Şekip Bey.”

      El verdik. Şiddetle elimi sıktı.

      “Sizi tebrik etmek isterim.” dedi. “Tebrik ve teşekkür etmek… Ne güzel dans ediyorsunuz. Lydia artık bahtiyardır…”

      “Beni cidden mahcup ediyorsunuz.” dedim. “Asıl siz Miss Lydia gibi bir kızınız olduğu için tebriğe layıksınız.