Safveti Ziya

Salon Köşelerinde


Скачать книгу

niyetindeyim. Tabii Madam Dölans’a da giderim. Akşam yemeğine de Rustov’lara davetliyim. Gelgelelim bunların hepsini bir yana bırakıp yemek zamanına kadar sizinle bulunmayı tercih edeceğim.”

      Sevinçle ellerini çırptı.

      “Ben de Rustov’lara davetliyim hatta, müjdelerim; dans dahi edilecek, o hâlde sizi yarın altı buçuğa kadar alıkoyarım, saat sekizde yine bize gelirsiniz, Rustov’lara eşim de gidecek, hep beraber gideriz. Olmaz mı?”

      “Memnuniyetle!” dedim. Elini öptüm. Ayrıldık.

      Artık baloda durmak, Miss Lydia’yı bir daha görmek istemedim. Çıkıp gitmek üzere ilerliyordum. Geçeceğim salonun kapısında Lydia bir iskemleye oturmuş, yelpazeleniyordu. Dudaklarının üzerinde, şakaklarında, gözlerinin altında ufak ufak billuri ter taneleri parıldıyor; yelpazeyi salladıkça gür, dalgalı, kumral saç yığınının ötesinden, berisinden sıyrılıp kaçan teller uçuşuyordu. Bir müddet durdum, bu genç kızı dikkatle incelemeye koyuldum: Güzel değildi, âdeta hiç güzel değildi. Yumuk çehresinde göze çarpacak hiçbir şey yoktu. İnce ince kumral kaşları, biraz ucu kalkık düz burnu, kalınca dudakları, daima yarı kapalı yeşil gözleriyle bu çehre pek düzgün ve sevimli, fakat hiç güzel değildi. Her parçasını ayrı ayrı tetkik ettikçe hepsinde küçük birer kusura tesadüf ediyordum, lakin hepsi bir araya gelince öyle güzel bir uyum, öyle bir çekicilik vardı ki insan elinde olmadan tutuluyordu. Bu çehreye kendine has bir gariplik, bir başkalık, bir hususilik veren şey, teniyle saçlarıydı. Gayet kumral, gayet sık, gayet gür olan bu saçlarda o kadar incelik, parlaklık, toplanışında o derece düzgünlük, zarafet görülüyordu ki bunların elle taranıp o hâle getirilmiş olduğuna ihtimal verilemezdi. Sanki bu saçları, Tanrı böylece, bu biçimde, bu vaziyette yaratmış! Bu saçlar, bu tazenin vücudundan ayrı, büsbütün ayrı, büsbütün başka bir parça zannedilirdi. Hele ensesinin düzlüğü… Gerdanının beyazlığı ve biçimi… Ensesinden yukarı doğru kaldırılmış saçların intizamı, parlaklığı… Pembe kamelyalar kadar düz, taze ve âdeta şeffaf duran ince latifliği Lydia’ya hakikaten bir harikuladelik veriyordu. Raksın verdiği hararetle de yanakları kızarmıştı. Göğsü hafif hafif kımıldıyordu.

      Ben bunları tetkik ettiğim sırada gönlümde öyle bir usanç duyuyordum ki birkaç defa kendi kendime,

      Ben de amma tuhaf olmuşum, hislerimi inceleyeceğim diye kendi kendime sahte üzüntüler icat ediyorum.dedim, gelgelelim Lydia’dan gözümü ayıramıyordum. Çıplak omuzlarının, açık göğsünün kısacası dekolteli hâlinin zarafet ve letafeti beni pek fazla hislendiriyordu. Bu kadar güzel dekolte, bu derece parlak ve tahrik edici omuzlar görmemiştim.

      İnkâr edilemezdi! Evet, bu kızda bir başkalık, bir benzersizlik vardı. Başını tutuşu, gözlerini süzerek bakışı, tavırlarının sadeliği, ağırlığı, kibarlığı bu genç kızın yaradılışında bir seçkinlik, bir fevkaladelik olduğunu gösteriyordu.

      Ah! Kim bilir bu çehrenin kalbi nasıl bir kalp; nasıl başka bir kalp, ne türlü ihtiyaçlar, ne türlü emel ve ihtiyaçlarla dolu bir kalpti? Diyordum ki; “Ruhun aynası olan gözlerin arkasında gizlenen kalp de tanınması, içine girilmesi mümkün olmayan, kapalı bir kalptir. Bu kalp, pek çok kişi için bir bilmece, çözülmesi gereken bir bilmece, hâlinde kalacaktır.”

      İncelemem bu dereceyi bulunca göğsümden doğru bir şeyin uyandığını, oynadığını duydum. Tarif edemeyeceğim, anlatamayacağım bir şey!.. Zannediyorum ki göğsüm latif bir serinlik, bir boşlukla genişliyor. Sonra birdenbire yine göğsümde bir küçülüş, bir daralış hissettim. Kalbim kasılıyor, boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyordu.

      “Aman, budalalık!” dedim ve geniş bir nefes almak istedim. Mümkün olmadı. Kalbimin üzerinde bir tıkanıklık, bir ağırlık duyuyordum. Nefes alamıyordum. Bir iki defa birbiri ardınca yutkundum. Alnımda toplanan soğuk terleri sildim. Başımı salladım. Çok şampanya içtiğime hükmediyordum ve kendi kendime hiddetle,

      Bende de hiç ölçülülük yoktur ki!diyordum. Hâlbuki iki kadehten fazla şampanya içtiğimi hatırlamıyordum. Artık oradan çekilmeye, biraz hava alarak şu sıkıntımı defetmeye karar verdim. İlerlemek üzereydim ki Lydia yerinden kalktı. Dudaklarında hafif bir tebessüm, göz kapaklarında o daimî, o latif kasılmayla ağır ağır bana doğru yürüyordu. Yanıma gelecek zannettim. Hâlbuki o ağırbaşlı bir hareketle beni geçti. Sonra dönüp gözlerini daha fazla süzerek, başını biraz ilerleterek bana baktı.

      “Aa…” dedi. “Az kaldı sizi tanıyamıyordum. Nasıl, güzel eğleniyor musunuz?”

      Ve cevabımı beklemeden ağır ağır yürüdü, gitti…

      Bir müddet arkasından bakakaldım. Giyinişinde bile bir hususiyet vardı… Gayet sade, gayet ince, nazik bir tuvalet: Açık mavi yanardöner canfes üzerine ince ince kıvrılmış gayet bol bir mavi tül geçirilmiş, belinde koyu mavi kalın atlas bir kurdele birkaç defa gelişigüzel sarılıvererek bir kemer teşkil etmiş, kemerin arka tarafına pırlanta ve firuzeyle süslü büyük bir toka iliştirilmişti. Bu tokanın altında atlas kurdelenin iki ucu eteklerine kadar sallanıyordu. Kollarında, göğsünde, elinde hiçbir şey, gereksiz bir süs eşyası, yoktu. Yalnız saçının arka tarafına, en kabarık yerine yine firuzeyle pırlantadan ince, düz bir broş takılıydı. Dirseğinden yukarısına kadar ellerini örten podösüet beyaz eldivenlerde buruşarak düşmemek için yine yer yer firuzeli elmaslı hafif, görünmeyecek kadar hafif, birer altın bilezikle tutturulmuştu.

      Özetle Lydia’yı, her gören, bir bakışta Batı medeniyetinin zarafeti içinde doğup büyümüş nadir, ince ve nazik bir çiçeğe benzetirdi. Ben o dakika hiçbir şeye benzetecek hâlde değildim. Yalnız dalgın bakışlarımla onu takip ediyordum.

      O bir kerecik bile arkasına dönmeden, etrafa bakmadan yürüyordu. Dans başlayacağı için etrafını birçok genç sardığı hâlde hiçbirine bakmıyor, arada başını sallıyor, karnesini uzatıyor, istekli bir el oraya bir şey işaret ediyordu… Ben bunları uzaktan görüyor ve niçin bilmem onlara katılıp bir vals de ben istemeye cesaret edemiyordum. Göğsümde yine o serinlik, o boşluk ve ardından o tıkanıklık peyda oluyordu. Nihayet sanki üzerimdeki bu üzüntüyü dökmek istiyormuşum gibi omuzlarımı silkerek

      “Ooo!” dedim. “Aptallaşmanın âlemi yok, şimdi de bu İngiliz kızıyla mı uğraşacağız!..”

      “Pade patinör” dedikleri bir dans oynanıyordu. Hemen gittim bildiklerimden gayet çılgın, gayet hırçın, gayet şen bir tazenin önünde eğildim.

      “Matmazel…” dedim. “Bu dansı bütünüyle bana bağışlayınız.”

      “Pek geç hatırınıza geldim!” dedi. “Gelgelelim ben iyi bir kızım, dostlarımı gücendirmek istemem.”

      Dans ediyorduk. Kızcağız bana birtakım şeyler, birçok şeyler soruyordu. Galiba ben de cevap veriyordum, fakat ne diyordum, bilmem. Gözlerimle, o kadar kişinin, o kadar kalabalığın arasında onu, Miss Lydia’yı arıyordum. Niçin arıyordum? Hiç… Bir şey için değil. Yalnız bakacaktım, kiminle dans ediyor görecektim; merak bu ya… Başka ne maksadım olabilirdi?..

      Lakin göremiyordum ve göremediğim için ızdırap duyuyordum. Bir dakika, Lydia’nın büyük salona geçmiş olması ihtimali zihnimi gıcıklıyor. Derhâl oraya gitmek lüzumunu hissettim.

      “Haydi öbür salona geçelim, orası daha tenhadır.” dedim. Cilalı parke üzerinde yavaşça kayarak öbür salona geçtik. Lydia oradaydı, fakat oynamıyordu. Annesinin yanına oturmuş, gözlüğünü gözlerine, o süzgün, o daima yarı kapalı duran gözlerine yaklaştırmış, dansı takip ediyordu. Arkasında bir sıra genç eğilmişler, mütebessimane bir şeyler söyleyip gülüşüyorlardı.

      Dönüp