Safveti Ziya

Salon Köşelerinde


Скачать книгу

küçük parmaklarıyla saçlarını dağıtıyordu.

      “Sizi tebrik ederim, babamı büyülediniz. Evet büyülediniz, çünkü arkamdan büfeye kadar gelmeyip beni sizin refakatinize emanet etmesini başka türlü açıklayamam.”

      Gülümsedim.

      “Babaları büyülemek pek kolaydır; bunun için biraz ciddiyet ve itaat yeterlidir.”

      Büfenin önündeydik. Korkarak sordum:

      “Size ne ikram edebilirim?”

      Güldü.

      “Tabii ki soğuk bir şey!”

      “Ooo!” dedim. “O hususta kesin emirler aldım, matmazel. Dünyada bir kişiyi büyülemeyi başardım. Onu da gücendirmek istemem.”

      “Fakat terli değilim, bak, Allah bilir terli değilim.”

      O aralık babası gözüme ilişti. Elimle işaret ettim.

      “Mösyö…” dedim. “Yarım saattir matmazelle mücadele ediyoruz, ben mağlup olmak üzereyim. Soğuk bir şey istiyorlar.”

      Yavaşça ilave ettim:

      “Ancak hiç terli değiller. Zannederim ki bir kadeh şampanyaya müsaade edebilirsiniz.”

      Derhâl bir kadeh şampanya buldum. Lydia teşekkür ederek aldı ve “Ben yavaş yavaş içerim, siz ayakta rahatsız olacaksınız.” dedi.

      “Hayır matmazel.” dedim. “Size bakarım. O zaman yorulmam, emin olunuz.”

      Güldü.

      “Eğer bu sizi mutlu etmek için yeterliyse pekâlâ, fakat ben o kadar seyretmeye düşkün olmadığım için…” Cevap verdim:

      “Kimse sizin kadar seyredilmeye değer değildir de onun için.” Yine güldü. Dudaklarının kenarında şampanyanın ince köpükleri duruyordu.

      “Ondan değil.” dedi. “Bu hâl benim tabiatımda olmalı.” Şimdi felsefenin sırası gelmişti. Başladım:

      “Sizi etkileyecek, düşündürecek bir kimseye tesadüf etmemişsiniz ve tabiatınızı tecrübe edememişsiniz de ondan böyle söylüyorsunuz. Genç kızların yerleşmiş hiçbir tabiatı yoktur. Onlar için her gün, her saat, yeni bir şey hazırlar. Bugün neşeli, yarın mahzundurlar. Şimdi hayattan bezgin görünürlerken biraz sonra hayata dört elle sarılırlar. Her defasında da ‘Ne yapalım, tabiatımız böyle!’ diyerek kendilerini temize çıkarmak isterler. Sözün kısası, genç kızlar saygıya ve sevgiye değer oldukları kadar; sakınılacak, çekinilecek varlıklardır. Başkalarına karışmam, fakat ben onlardan pek korkarım.”

      “Biraz daha devam ederseniz beni de korkutacaksınız.” dedi ve gülerek kadehini uzattı.

      “Şunu yerine bırakınız da sonra gelip şu genç kızların neden bu kadar korkunç olduklarını bana anlatınız.”

      Yanına döndüğüm zaman, sarı bıyıklı bir subayla konuşuyorlardı. İkisinin de ellerinde karneleri; bir şey aramakla meşguldüler. Subay diyordu ki:

      “Hiç unutmak mümkün olur mu matmazel! Siz bir şey vadedersiniz de ben onu yanlış anlar mıyım?.. Pek iyi biliyorum, bu fadrili (kadril) istirham etmiştim. Bir müddet düşündükten sonra dediniz ki: ‘Pekâlâ! Haydi bu olsun.’ Hatta karnenize ismimi de yazdırdınız. Gördünüz mü, işte.”

      Lydia cevap verdi:

      “Pekâlâ, pekâlâ, haklısınız. Kadril başlayınca gelir beni bulursunuz, olmaz mı?” Sonra bana döndü.

      “Kolunuzu verir misiniz, biraz annemi görmek isterim.” Kol kola ilerleyerek o kalabalık içinde annesini arıyorduk. Lydia ara sıra gözlüğünü, gözlerine yaklaştırıp etrafı inceliyor, sonra ince platin zincirin şıkırtısı duyulacak derecede asabi bir hareketle gözlüğü elinden düşürüyordu. Birdenbire haykırdı:

      “İşte annem! Galiba o da beni arıyor.”

      Sonra yelpazesini yukarı doğru kaldırdı, salladı.

      “İşte bizi gördü. Oraya gidelim, olmaz mı?”

      Annesinin yanında bilmediğim birçok kadın ve taze vardı. Ben bu defa madamın yanına oturdum. Miss Lydia arkadaşlarıyla bir şeyler konuşup gülüşüyordu. Madamla oradan buradan konuştuk. Londra’da oturduklarını, altı ay için İstanbul’a geldiklerini, bir iki aya kadar yine memleketlerine döneceklerini, Lydia’dan başka çocukları olmadığını, İstanbul’dan pek hoşlandıklarını söyledi. Bilmem niçin, bu sözler beni hüzünlendiriyordu. Hele Lydia’nın ötede gizli gizli konuşup gülüşmesi bana bir kat daha azap veriyordu. Zannederim ki o tazelere benden bahsediyor, “İşte bu adam genç kızlardan korkuyormuş!” diyor ve onlarla birlikte çılgın çılgın gülerek benimle eğleniyordu.

      Eminim ki madama verdiğim cevaplar, pek karışık, pek manasızdı. Miss Lydia’ysa benimle hiç meşgul değildi. Bulunduğu topluluğa şimdi birkaç genç daha katılmış, İngilizce konuşuyorlar ve sürekli gülüşüyorlardı.

      Madam Sanşayn’dan izin alıp kalktım. Biraz uzakta pembe bir tuvaletin letafetini arttıran ince güzelliğiyle genç Madam Daven, tanıdıklarımdan birinin kolunda ilerliyordu. Beni görünce yelpazesiyle yanına gelmemi işaret etti. Hemen o tarafa yöneldim. Madam Daven “Şekip, kadrili kiminle oynuyorsunuz?” diye sordu.

      “Kendi kendimle, madam!”

      “O hâlde şu köşedeki ufak kanepeye kadar bana eşlik ederseniz palmiyelerin yaprakları altında sizinle, balodakileri rahat rahat çekiştiririz.”

      Madam Daven’nun kavalyesi tebessüm etti ve dedi ki: “Siz ikiniz bir araya gelecek olursanız çaresiz insanlığın vay hâline!..”

      Bu gayet güzel; lüzumundan fazla güzel, ince, az sarı bıyıklı, pembe -inadına pembe- yanaklı, ela gözlü bir gençti. İçimde birdenbire açılan bir neşeyle madama dedim ki:

      “Hatta şimdiden başlayabiliriz. Elektrik ışıklarının gösterişi, palmiyelerin gölgesinden aşağı kalmaz. Hem uzağa gitmeye de gerek yok. Bakınız şu aziz Fernan’a -arkadaşını gösteriyordum-insaf edin. Madam, bir erkek için bu kadar letafete, bu derece güzelliğe izin var mıdır? Söyleyiniz, şimdi bu genç buradaki birçok kadının hukukunu gasp etmemiş mi? Azizim, ben senin yerinde olsam bu hâlde ortaya çıkmaya utanır, gidip bir yere başımı sokar, güzelliğimi gizlerdim. Öyle değil mi Allah aşkına, madam?”

      Madam Daven kahkahalarla gülüyordu. Dedi ki:

      “Zavallı Şekip seni kıskanıyor. Zaten bu genel bir kuraldır;

      kadınlar pek güzel kadınların güzelliğini bazen affederler, fakat erkekler hiçbir zaman güzel erkekleri çekemezler. Ben sizin yerinizde olsam ne yapardım biliyor musunuz? Şekip Bey’i hangi kadının yanında görürsem derhâl gider, bir rakip olmak üzere kendimi takdim ederdim.”

      Fernan da gülüyordu. Dedi ki:

      “O hâlde, madam, sizin yanınızdan ayrılmamam lazım gelir.” Sonra bana döndü:

      “Bana kalsa giderdim, azizim, lakin cezayı madam kendisi tertip etti, kadril başlayıncaya kadar burada kalmaya mecburum. Ancak ondan sonra gider, dediğiniz gibi başımı bir yere sokup güzelliğime ağlarım. Nasıl, işinize geliyor mu?”

      “Hayhay, fakat esefler ederim ki kadril işte başlıyor. Şimdi size âcizane bir nasihat vereyim mi azizim? Durmayıp hemen gidiniz, valsözünüzü arayınız, çünkü biraz geç kalacak olursanız, ‘Güzelliğine mağrur da aceleye lüzum görmüyor!’ derler, karışmam.”

      “Korktum, Şekip… Sizden korktum. Siz insanın yüzüne karşı böyle yaparsanız, kim bilir ufak kanepede, palmiyenin altında neler yapmayacaksınız!..”

      Madam