Омер Сейфеддин

Kaşağı


Скачать книгу

ext-author>

      Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz, iç çitin büyük kestane ağaçlarının arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu adam, babamın seyisi, ihtiyarca bir Çerkez’di. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la beraber onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek ne doyulmaz bir zevkti! Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, ahırı süpürmek, gübreleri kaldırmak en eğlenceli oyundan ziyade bizim hoşumuza gidiyordu. Hele tımar… Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı tık, tıkı tık… Tıpkı bir saat gibi… Yerimde duramaz, “Ben de yapacağım, ben de yapacağım!” diye tuttururdum. O vakit Dadaruh beni Tosun’un sırtına kor, elime kaşağıyı verir:

      “Haydi yap!” derdi. Bu demir aleti hayvanın çıdağusuna sürter, fakat o ahenkli tıkırtıyı çıkaramazdım.

      “Kuyruğunu sallıyor mu?”

      “Sallıyor.”

      “Hani bakayım.”

      Eğilirdim, uzanırdım. Lakin atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

***

      Her sabah ahıra gelir gelmez:

      “Dadaruh, tımarı ben yapacağım.” derdim.

      “Yapamazsın.”

      “Niçin?”

      “Daha küçüksün de ondan.”

      “Yapacağım.”

      “Büyü de öyle…”

      “Ne vakit?”

      “Boyun at kadar olduğu vakit…”

      …

      At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boynum karnına bile varmıyordu. Hâlbuki en keyifli, en eğlenceli şey bu idi. Sanki kaşağının muntazam tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, oynar, o zaman Dadaruh:

      “Höyt, kerata…” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben de bir gün ahırda yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etme hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz, küçük odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok. Yatağın yanında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az kalsın sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta evvel İstanbul’dan gönderdiği hediyeler içinde çıkan fakfon kaşağı, parıl parıl parlıyordu. Hemen kaptım, Tosun’un yanına koştum. Karnına sürmek istedim. Rahat durmadı. Dönüp burnuyla bana vurdu. Öteki atlar da durmuyorlardı.

      “Galiba acıtıyor.” dedim. Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim. Yine atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerideki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, ihtimal Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

      (…) Babam her sabah dışarı giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Galiba yıkanacaklardı. Babam çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a haykırdı:

      “Gel buraya.”

      …

      “Çıkar bakayım şunu.”

      Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korktum. Dadaruh da şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam bunu kimin yaptığını sordu.

      Dadaruh: “Bilmiyorum.” dedi.

      Babamın gözleri bana döndü. Daha bir şey sormadan:

      “Hasan.” dedim.

      “Hasan mı?”

      “Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.”

      “Niye Dadaruh’a haber vermedin?”

      “Uyuyordu.”

      “Çağır şunu bakayım.”

      …

      Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının hiçbir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı.

      Hasan’a dedi ki: “Eğer yalan söylersen seni döverim.”

      “Söylemem.”

      “Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?”

      Hasan Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak: “Ben kırmadım.” dedi.

      “Yalan söyleme diyorum.”

      “Ben kırmadım.”

      Babam tekrar:

      “Doğru söyle, darılmayacağım, yalan çok fenadır.” dedi. Hasan inkârında inat etti. Babam hiddetlendi, üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı!” diye yüzüne bir tokat indirdi. Hasan avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı.

      Babam Dadaruh’a: “Götür bunu eve. Sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!” diye haykırdı. Dadaruh ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.

      Artık ahırda hep yalnız oynuyordum.

      Hasan evde mahpustu. Yalan söylediği için babam yüzüne bile bakmıyordu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe “O yalancı!” derdi. Hasan yediği tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal veremiyordu.

      “Acaba aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın!” derdi. Ertesi sene yazın annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderdik, doktor geldi. “Kuşpalazı.” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden hiç ayrılmıyordu.

      Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

      “Niye ağlıyorsun?” diye sordum.

      “Kardeşin hasta.”

      “İyi olacak.”

      “Olmayacak.”

      “Ya ne olacak!”

      “Kardeşin ölecek.” dedi.

      “Ölecek mi?”

      …

      Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük muhayyilem o vakitki dinî terbiyenin dehşetiyle dolmuştu. Yarın ahiret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın hakkını benden nasıl çıkaracaktı? Pervin’i uyandırdım.

      “Ben Hasan’ın yanına gideceğim.” dedim.

      “Niçin?”

      “Babama bir şey söyleyeceğim.”

      “Ne söyleyeceksin?”

      “Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.”

      “Hangi kaşağıyı?”

      “Geçen seneki… Hani babamın Hasan’a darıldığı…”

      Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni affedecekti.

      “Yarın