Омер Сейфеддин

Kaşağı


Скачать книгу

kale…”

      “Ölüyorum, Eleni…”

      “Kolonya ile bari göğsünüzü ovsam…”

      “Hayır, hayır…”

      “Yüzünüze su serpsem…”

      “Hayır, hayır… Telefona koş! Doktor Şerif’i çağır… ‘Hanım son nefesini veriyor!’ de. Araba mı bulur, at mı, otomobil mi? Kuş olsun, uçsun gelsin! Bir dakika geç kalırsa cenazemi görür. Böyle söyle işte…”

      “Peki hanımcığım!”

      “Haydi koş diyorum!”

      Hizmetçi kız aynalı dolabı, kapalı pencereleri zangırdatan bir çabuklukla kapıdan fırladı. Belkıs iyice yumrulaştı. Daha keskin, daha acı inlemeye başladı.

***

      Doktor Şerif onun biraz akrabasıydı. Şimdiye kadar hiç kendisini göstermemişti. Ama herkesten methini işitiyordu. “Kadın hastalıkları” mütehassısıydı. İki sene evvel mektepten çıkmış, pek büyük bir şöhret kazanmıştı. “İnsanı lafla iyi ediyor…” diyorlardı. Belkıs çok beklemedi. Yarım saat geçmeden iri yarı, şuh bir delikanlı odaya girdi. Karyolanın yanına konulan koltuğa oturdu. Belkıs hâlâ inliyordu. Teklifsizce yorganı kaldırdı.

      “Neniz var, Belkıs Hanım?”

      “Ah doktor, siz misiniz?”

      “Evet, bendeniz…”

      “Görmüyor musunuz, ölüyorum işte…”

      “Görüyorum ki bir ilkbahar sabahı kadar pembe, bir dişi kaplan kadar kuvvetli, yeni açan bir gül tomurcuğu kadar sağlam yaşıyorsunuz!..”

      Belkıs, azıcık doğruldu. Kaşlarını çattı.

      “Rica ederim, şairliği bırakınız.” dedi, “Hastayım. Bana bir ilaç veriniz.”

      Doktor güldü.

      “Hah şöyle! Biraz doğrulunuz bakayım.”

      “Hiçbir tarafım tutmuyor!”

      “Gayret ediniz.”

      “Oh, oh…”

      “Ben de yardım edeyim.”

      Nazik doktor, Eleni’nin şeytan bakışları altında, kollarının çıplak yerlerine dokunmamaya çalışarak hastasını doğrulttu. Arkasına, yanlarına yastıklar sıkıştırdı. Oturduğu koltuğu yatağa iyice bitiştirdi. Kendi eviymiş gibi hizmetçiye:

      “Haydi kızım, sen de bize birer şekerli kahve yap!” dedi.

      Sonra cebinden çıkardığı altın tabakadan yaldızlı bir sigara çıkardı. Belkıs’a uzattı:

      “Şunu alınız bakayım.”

      “İçmem doktor.”

      “İçinize çekmezsiniz. Hele bir yakınız.”

      …

      Kendi de bir sigara yaktı. Dereden tepeden konuşmaya başladı. Daha kahve gelmeden ikinci sigaraları yakmışlardı. Belkıs açıldı. Doktor tıpkı bir kadın gibi konuşuyordu. Hep son günlerin dedikoduları… Sevenler, sevişenler… Ayrılanlar, barışanlar… İntihar teşebbüsleri… Kadınlık hukukuna dair fikirler…

      Belkıs: “Biz Avrupa kadınlarından çok daha talihsiziz. Onların büyük elemlerini uyutacak birçok teselli melceleri var!” diyordu.

      Doktor sordu: “Bu melce neresi?”

      “Manastır! Orada, bir kadın bedbaht oldu mu kilisenin aguşunda ezelî bir teselli bulur.”

      Doktor: “Bırakınız rica ederim.” diye güldü, “Böyle melce olmaz olsun. Diri diri mezara girmek!.. Bilakis bizim kadınların melcesi ne latiftir!”

      “Bizim melcemiz neresi?”

      “Bilmiyor musunuz?”

      “Hayır.”

      “İsviçre.”

      Belkıs, beyaz çıplak kollarını, sık kumral saçlarını sarsan bir kahkaha ile güldü. Türkiye’de bedbaht olduktan sonra âşığıyla İsviçre’ye itikâfa çekilen bir hanımdan bahsettiler. Bir saat süren gevezelik Belkıs’a bütün ızdıraplarını unutturdu.

      Doktor, “Size doyum olmaz!” diye gülerek müsaade istedi. Kalktı. Güzel hastasının elini öperken o:

      “Fakat bana bir ilaç!” dedi.

      “Başüstüne!” diye eğildi. Cebinden çıkardığı maroken defterden bir yaprak kopardı. Kurşun kalemi elinde, düşünüyordu.

      “Aman doktor, acı bir şey olmasın?”

      “Peki.” dedi.

      “Hap, kâşe falan da olmasın, iğrenirim.”

      “Peki…”

      “Toz da olmasın, genzime kaçar gibi oluyor.”

      “Peki…”

      “Haricî ilaç da istemem. Kokusuna dayanamıyorum.”

      “Peki… Size öyle bir ilaç vereceğim ki bir anda hiçbir ızdırabınızı bırakmayacak. Ne başınızda ağrı ne içinizde sıkıntı ne gönlünüzde üzüntü kalacak!”

      “Ah…”

      “Evet!”

***

      Doktor Şerif gülümsedi. Yazmaya başladı. Belkıs yan gözle yazdığına bakıyordu:

      “A!.. Doktor, Türkçe mi yazıyorsunuz?” dedi.

      “Evet.”

      “Türkçe reçete olur mu hiç?”

      “Niçin olmasın?”

      “O hâlde siz de demek mutaassıp Türkçülerdensiniz!”

      “Hayır.”

      “Ee, niçin Türkçe yazıyorsunuz?”

      “Yapacak eczacı belki Fransızca el yazısı okuyamaz diye…”

      Yavaş yavaş, düşüne düşüne yazıyordu. Belkıs uzaktan bakıyor, fakat okuyamıyordu. Gram miktarını filan gösteren rakama benzer bir şey gözüne ilişmedi. Uzun uzun satırlardı.

      “Yoksa, Şerif Bey, bu bir kocakarı ilacı mı?”

      “Hayır, bilakis bir genç kadın ilacı…”

      Doktor yazdığı kâğıda imzasını da attıktan sonra hastasına uzattı:

      Belkıs Hanım fena hâlde asabından rahatsızdır. Başındaki ağrı, midesindeki bulantı, vücudundaki kırıklığın geçmesi için behemehâl şu tedbirler ittihaz olunacak:

      Her sabah soğuk su ile ellerini, yüzünü yıkamak. Moda gazetelerinde gördüğü son şekil iki tayyörü hemen terziye ısmarlamak. Ağır lutr bir manto… “Babayan”a son gelen elmaslardan, incilerden en aşağı yedi parça hemen alınacak. Her gün temiz, kiralık bir otomobil içinde iki saat kadar bir gezinti…

      Bu program noktası noktasına takip edilmezse rahatsızlığın pek vahim, pek tehlikeli ihtilatlara sebep olacağını fen namına haber veririm!

Kadın Hastalıkları MütehassısıŞerif Zeki

      ….

      “Nasıl?”

      Belkıs güldü. Doktorun ta gözlerinin içine baktı.

      “Siz doktor değilsiniz!”

      “Ya neyim?”

      Genç kadın az daha, “Duygulu bir