Омер Сейфеддин

Kaşağı


Скачать книгу

tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

      “Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar, “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”

      Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…

      Lakin bugün papaz asrında mıyız… Kanun-ı Esasi olan meşruti bir memlekette “milliyet, kavmiyet” teşkilatı ne demektir?

       Kânunusani 1909, Moda…

      Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Pansiyon evinde oturduğum ihtiyar kadın:

      “Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasiyata atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dâhil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanun-ı Esasi’ye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanun-ı Esasi’sine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım… Hele bir yaz gelsin… Bakalım ne olacak?

       17 Mayıs 1909, Moda…

      Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi “Elim değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.

      İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyan’sınız.” diyen varmış gibi Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususuyla ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetsinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuş’tu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

      “Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da… Ayakta konuştuk:

      “Peki ne soracaksın, sor bakalım?”

      “İhtilalden maksadınız nedir?”

      “Şeriatı çıkarmak…”

      “Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”

      “Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.”

      “Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”

      “Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”

      Heyhat… Biz Jön Türkler’in taassubundan, İttihad-ı İslam taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…

      “Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”

      “Hayır, Türk falan değilim…”

      “Arnavut musunuz?”

      “Hayır, hiçbir şey değilim…”

      “Ya nesiniz?”

      “Müslüman…”

      Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüftelere sarılıyorlar:

      “Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

      Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’nde askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabulî Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.

      Bir Türk-Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

      “Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu.” Şimdi Derviş Vahdetî teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…

      Son nefesinde bile halkı ihtilaken teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanına gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı. Hâlâ Genç Türkler’e küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel, ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü…” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.

      Derviş Vahdetî, iyice büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, gayet mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.

      Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:

      “Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa bir şekilde sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir Genç Türk’tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet, cehalet de ona hoş geliyordu.

      Vakaları mı yazıyorum?.. Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intihalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vakanüvis”lik ediyorum. Neyse… İşte o fırtına da geçti…