Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar başımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabii lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkûresine ehemmiyet verilmeye başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasi iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer “mübalağa” gibi görünecek, fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette -pek açıkça itiraf edemedikleri- gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?
Bir Ermeni Gencinin Hatıraları
1
YENİ BİR DERNEK
30 Ağustos 1908, Moda…
Şimdi gezmeden geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Rupenyanların yeşil, iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:
“Hosegur, hosegur…” diye bağırıyor. Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu… Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak; abus, güneşsiz kış günlerinin mecburi eğlencesidir. Ne yapayım? diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan İdadisi’nde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk ruzname tutmaktır.” derdi. Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir.” derdim. Daha pek gençken özendiğim şey “ciddi olmak”tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı. “Söz gümüşse sükût altındır.” diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden, hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.
Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, işte Muallim Bağdaseryan… Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.
Diyor ki:
“Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günleriniz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız…”
Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan, gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak “Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur öğrenirim.” diyor.
Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalalık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun…
Şimdi işte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!
Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun… Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle göremez. Bedbaht oldum. Lakayıt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvar oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi hislerimde de talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin, ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa artık bence şüphe yok ki sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.
Şimdiden sonra da fikirlerim, hislerim değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum, bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.
On beş yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rabbi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultan’ın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.
Her şeyi siyah gören bedbinler:
“Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”
Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisi’nde milletvekilleri adalet dâhilinde halledecekler…
İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu Hasta Adam artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermenistan’da hiç olmazsa Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak…
Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülyayla mefkûrenin peşinden koşmaktan menetmez mi?
Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlı’yım. Osmanlı kalacağım.
Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…
10 Eylül 1908, Moda…
Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime:
“Bu akşam…” diyorum. Akşam sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucacık düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.
Beşiktaş’ta bir İslam bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar.