Омер Сейфеддин

Kaşağı


Скачать книгу

Abdestli abdestli Kur’an-ı Kerim’e el bastın. Matlûbe’yi kendisinden başka kimsenin görmediğine dair o herife yemin ettin. Hâlbuki her gece, onunla beraber, bir yatakta yattığımızı bilmiyor musun?”

      “Sus, sus. Böyle terbiyesiz, hayâsız laflar istemem. Şuraya otur bakayım. O senin ahiret kardeşin…” diye elimden çekti. Sonra kapıdan giren Matlûbe’ye:

      “Haydi, o Kur’an-ı Kerim’i getir de yiyelim kızım!” dedi.

      “Peki anneciğim!”

      ....

      Ben bu emirden bir şey anlamadım. Aptallaştım.

      Matlûbe mihrap gibi yere koştu. Yeşil bohçaya sarılı kitabı aldı. Getirdi. Bu sefer memelerinin hizasında tutmuyordu. Minderin üstüne benimle hacı hanımın arasına koydu. Tombul elleriyle bohçayı çözdü. Bohçanın içinde kahverengi ikinci bir bohça daha vardı. Onu da çözdü. Ortaya çıkan pembe kutunun kapağını birdenbire açtı. İçi, sarı sarı, gayet nefis kuru incirle doluydu. Bir şey söyleyemedim. Başımı salladım. Güle güle bu incirleri yedik.

      Hacı hanım: “Ettiğim yeminin kimseyi tutmayacağına aklın erdi ya oğlum.” diye yanağımı okşadı.

      “Erdi…”

      Sonra Matlûbe’ye döndü:

      “Haydi kızım, ağabeyini yatak odana götür. Korku damarlarına bas! Sabri budalasından biraz ürktü galiba…”

***

      Heyhat! Artık İstanbul’da ne Matlûbe gibi körpe, temiz, oyasız, masum, süssüz yosmalar kaldı ne de Sabri gibi dostunu kesmeye gelen saldırmalı, yemine inanır kabadayılar!.. Ben bilmem niçin, kutu incirlerinde bile o eski lezzeti bulamıyorum. Ah, evet, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı!

      TÜTÜN

      Cabi Efendi artık bahçeye çıkamaz olmuştu. Zira mutfaktan geçmek icap ediyordu. Aşçı Şulever Bacı kendisini görür görmez eteklerine yapışır:

      “Beni tütünü bitti efendi, tütün ister ben…” diye tuttururdu.

      Bu leblebi kadar küçük kafalı, dal gibi ince ihtiyar Arap, Cabi Efendi’nin doğduğunu görmüştü. Parlak, abanoz renkli cildini, geçirdiği yetmiş senenin elemi bozamamıştı. Hâlâ otuz yaşında gibi görünür, hâlâ bir genç halayık gibi dinç, atik, hamarattı, bütün evin yemeğini vaktinde pişirirdi. Ömründe hastalık yüzü görmemişti. Altmış yıldır bu kubbe gibi geniş kemerli evvel zaman mutfağında boğaz tokluğuna hizmet eder, evin içinde doğanlarla ölenleri görmek için senede bir iki defa ocağın başından ayrılırdı. Yalnız tütüne iptilası ailenin canını sıkıyordu. Eğer verilse günde bir okka tütün içebilirdi. Cabi Efendi bu hâline kızar:

      “Hınzır fellah! Sigaradan ne keyif duyuyor…” derdi… Son zamanlarda en adi tütünün paketi bile sekiz on kuruşaydı. Ayda altı yedi lira yalnız Şulever’in tütününe gidiyordu. Hem musibet, her tütünü beğenmez, “Bunun içimi fena, bunun içimi zehir gibi…” diye söylenip dururdu. Bir gün Cabi Efendi onu ocağın başında uyumuş gördü. İçinden, Hah, antre vermeden geçebileceğim, dedi. Ayaklarının ucuna basarak bahçe kapısına yaklaştı. Tam açacağı zaman Şulever uyandı:

      “Beni tütünü yok… Ne olacak böyle efendi…” diye doğruldu.

      “Sokağa çıkamadım Bacı… Yarın alır gelirim.”

      “Benim kafa yerinde değil.”

      “Canım yarın yerine gelir…”

      “Şimdi sizin tütünden verin bir parça…”

      “Pekâlâ…”

      Cabi Efendi tabakasını açtı. Baktı ki hiç tütün kalmamış. Aç bir hayvan gibi ateş saçan gözleriyle ellerine bakan Arap’a:

      “Dur azıcık, sokağa çıkıyorum. İçeri girince yukarıdan sana gönderirim.” dedi. Açtığı kapıdan çıktı. Sünbüli bir hava büyük bahçeyi gölge içinde bırakmıştı. Biraz dolaştı. Kendi ana lisanını unutan, Türkçeyi öğrenemeyen bu Sudanlı ihtiyar, dokuza kadar sayamadığı hâlde nasıl tiryaki, nasıl keyif sahibi oluyordu? Bunu düşündü. Demek keyif yalnız akıllı insanlara mahsus değildi. Düşünürken gözü yerdeki kurumuş patlıcan yapraklarına ilişti. Mesela vaktiyle Avrupa’dan içmek için tütün yaprağı getirilecek yerde patlıcan yaprağı getirilseydi acaba insanlar bunun da tiryakisi olacaklar mıydı? Mihaniki bir hareketle birkaç yaprak kopardı. Kokladı. Hiç kokusu yoktu. Sonra kuyunun yanındaki kanepeye oturdu. Cebinden çıkardığı sedef kaplı çakısıyla bu yaprakları tütün gibi kıydı. Rengi hakikaten tütüne benziyordu. Tabakasından bir yaprak kâğıt çıkardı. Bir sigara sardı. Çakmağı çaktı. Yaktığı sigarayı bir nefes çekti. Azıcık daha öksürükten boğulacaktı. Sigarayı yere fırlattı.

      “Hay Allah belasını versin!” dedi, “İşte tam Şulever’e layık tütün…”

      Gülümsedi. Kıydığı yaprakları boş tabakasına doldurdu. Kalktı. Mutfağa girdi.

      “Bacı sana kendi tütünümden vereceğim, ama her vakit istemeyeceksin.” dedi.

      “Niçin her vakit vermeyeceksin?”

      “Çünkü çok pahalıdır. Bundan yalnız padişah içer…”

      Tabakayı Şulever’e uzattı. Arap hemen bir sigara sardı. Eğildi, maltızdaki tencerenin altından yaktı. Fosur fosur içmeye başladı. Fakat hiç öksürmüyordu. Cabi Efendi gülmekten katılıyordu.

      “Nasıl Bacı?”

      “Ne gozel, ne tatlı… Padişah tütünü… Ne olacak…”

      Ağır koku fışkırtan dumanları savuruyordu… Cabi Efendi tabakasındaki patlıcan yapraklarının hepsini, sevincinden eteklerini öpen aşçısının meşin kesesine boşalttı.

***

      Artık birkaç ay geçti. Cabi Efendi: “Hınzır fellahın bir şeyden anladığı yok. Nafile yere para sarf ettiriyor…” diye ona verilen tütünün miktarını azaltmıştı. Ama günler geçtikçe Şulever fenalaşıyor, bütün bütün zayıflıyordu. Nihayet bir sabah yatağından kalkamadı.

      Getirilen doktor: “Ayol bu bitmiş! Nabzı yirmi beş atıyor. Yarına çıkmaz!” dedi. Veda için bütün aile zavallının yatağı etrafında toplandılar. Kilerden zemzem testisi de çıkarıldı. Cabi Efendi dalgın yatan aşçısına hazin hazin baktı. Çok üzülen gelinine döndü:

      “Ne olacak, yaşamanın sonu hep ölüm işte…” dedi. Sonra ilave etti:

      “Herhâlde seksen yaşından ziyade… Ben doğduğum vakit otuz yaşında imiş! Hastalığı ihtiyarlık…”

      Bu sözleri işiten Şulever birdenbire gözlerini açtı, ademden aksediyor sanılan keskin, derin bir sesle:

      “Hayır, hayır, ben ihtiyarlıktan değil, tütünsüzlükten ölüyor…”

      “Tütünsüzlükten mi?”

      “Ya…”

      Cabi Efendi yatağa eğildi:

      “Niçin öyle söylüyorsun Bacı? Sana her gün sekiz kuruşluk bir paket tütün vermiyor muydum?”

      “Veriyordunuz. Ama ben o paketleri hep bahçedeki boş kazanın içine attı.”

      “Niçin içmedin?”

      “Padişahın tütününden içtikten sonra onlar zehir gibi geliyordu. İçemiyordum.”

      Cabi Efendi gözlerini açtı:

      “Hangi padişahın tütününden?”