Омер Сейфеддин

Kaşağı


Скачать книгу

uzatılan zemzem fincanını kurumuş, pörsük dudaklarıyla itti.

      “Bana padişahın tütününden bir parça verin!” dedi. Ev halkının hepsi bu son arzuyu yerine getirmek için bir tarafa koştu ve civar bostanlara dağıldılar. Bir tane olsun kurumuş patlıcan yaprağı aradılar, fakat bulamadılar. Çünkü mevsimi değildi…

      EZELÎ BİR ROMAN

Kısa Hikâye

      Dibace

      Âdem Bey büyük ıhlamur ağaçlarının altında yapayalnız geziniyordu. Ay, mavi, şeffaf bir tülle örtülmüş dargın bir güneş gibi tenha yolu aydınlatıyor, korunun karanlık gölgelerinde henüz uyuyamamış asabi bülbüllerin ağlayışları duyuluyordu. Âdem Bey donuk bir beyazlıkla parlayan büyük mermer havuzun başında birdenbire durdu. Karşıdan gayet beyaz ince bir hayalin geldiğini gördü. Yüreği hop etti.

      Kendi kendine: “Bu kim?” dedi.

      Uzaktaki hayal sanki kulağının içinde imiş gibi cevap verdi:

      “Ben!”

      “Sen kimsin?”

      “Akşamdan beri aradığın…”

      !!!

      …

      …

      Birinci Fasıl

      İki genç koşarak kucaklaştılar. Tenha yolda beraber yürümeye başladılar. Yere akseden gölgeleri bir taneydi. Bülbüller uyudu. Rüzgâr sustu. Ay onları görmemek için kalın bir bulutun arkasına girdi.

      Havva Hanım: “Ne kadar mesudum!” dedi.

      Âdem Bey: “Şimdiye kadar ne bedbaht imişim!” diye cevap verdi. Harfleri derin öpüşlerin ruhu dolduran akislerinden çıkmış lahuti kelimelerle aşka dair konuştular. Kucak kucağa gezdiler, gezdiler, gezdiler. Tekrar mermer havuzun başına geldikleri zaman fecir mor gözlerini açıyordu. Havva Hanım oradaki çim kanepeye oturdu. Âdem Bey diz çöktü. Onun beyaz narin elini öperek:

      “Ölünceye kadar…” dedi.

      “Hep böyle değil mi?”

      “Hep böyle…”

      Dudak dudağa ebedî vefa yemini ediyorlardı. Havva Hanım birdenbire:

      “Ah!” diye haykırdı.

      Âdem Bey sordu:

      “Ne var ruhum?”

      “Şuna bak…”

      Büyük mermer havuzun fıskiyelerindeki çanağa bir ihtiyar ecinni oturmuş, onlara gülüyordu. Beyaz sakalı bir karış boyundan çok uzundu. Kırmızı külahının kocaman sırma püskülü sol omzuna düşüyor, kahkahası asabı yırtan bir intirakla bütün koruyu çınlatıyordu. Âdem Bey sarardı.

      “Ne gülüyorsun?” diye sordu. Ecinni cüce, oturduğu istiridye şeklindeki çanaktan havuza atladı. Durgun suyun üzerinde, bir halıya basıyormuş gibi, batmadan yürüdü. Havuzun kenarına çıktı.

      “Hâlinize gülüyorum!” dedi.

      “Hâlimizde ne var?”

      “Yalan söylüyorsunuz. Birbirinizi aldatıyorsunuz!”

      Havva Hanım: “Bizim birbirimizi ebedî bir aşkla sevdiğimize inanmıyor musun?” diye sordu. Cüce tekrar ebedî bir kahkaha çınlattı.

      “Fâni hayat içinde ebedî bir aşk ha?..”

      “Evet!”

      “İşte en büyük yalan!”

      Âdem Bey: “Kısa bir hayatı uzun bir aşk, derin bir vefa dolduramaz mı?” dedi.

      “Dolduramaz.”

      “Niçin?”

      “Çünkü hayat ne kadar kısa ise dakikaları o kadar uzundur!”

      …

      …

      Bu sözden ikisi de bir şey anlamadı. Tekrar kucaklaştılar. Cüce dizlerinin dibine yaklaştı. Kalın sesiyle: “Şimdi böyle can cana fakat sonra yan yana, en nihayet…” dedi. Sözünü tamamlamadı. Yine bir kahkaha attı. Âdem Bey fenalaşan sevgilisini bıraktı. Cüceye döndü, sordu:

      “Ee, en nihayet?”

      “Sen bir yana, o bir yana!”

      Havva Hanım kendine geldiği zaman gün doğmuş, cüce gecenin gölgeleriyle beraber sır olup gitmişti.

      İkinci Fasıl

      Evlendiler. Seviştiler. Bir vücut gibi yaşadılar. Ruhları, hisleri, zevkleri, neşeleri birdi. Geceleri yataklarında yan yana yatıyorlar, sabahları can cana kalkıyorlardı. Günler, haftalar, aylar geçti.

      “Hep böyle değil mi?”

      “Hep böyle…”

      “Ebediyen?”

      “Ebediyen.”

      “Can cana, değil mi ruhum?”

      “Can cana! Ebediyen…”

      Yatak odalarının pencerelerine konan kumrular onların muhabbetini kıskanıyor, aşkın ahengini ağlayan “gu gu”larıyla sanki:

      “Ah biz de böyle, biz de bu kadar sevişebilsek…” demek istiyorlardı.

      Üçüncü Fasıl

      Sonbaharın nihayetlerine doğru Âdem Bey rahatsızlanmıştı. Gittikçe benzi sararıyor, tesellisi bulunmaz, müphem bir elem ruhunu sıkıyordu. Her gece Havva Hanım’ın sorduğu:

      “Hep böyle, can cana?”

      …

      “Değil mi?” sualini bir gün işitmedi. Aklında başka bir şey, başka bir şeyler vardı! Havva Hanım cevapsız kalınca uyumadı. Kolları gevşeyen, dudakları solan, alnı çizgilenen kocasına baktı. Baktı. Baktı. Hayaline ilkbaharın mavi gecesi doğdu. Havuzun fıskiye çanağından atlayan cüceyi hatırladı.

      “Demek şimdi yan yana.” diye içini çekti. Horuldayan kocasının yanına uzandı.

      Hatime

      Soğuk bir kış gecesi Âdem Bey karısına:

      “Sen açılıyorsun! Ben de üşüyorum!” dedi. Bu sözde “azarlama”yı artıran gizli bir kabalık vardı.

      Havva Hanım: “Uyurken… Haberim olmadan, ruhum, darılma…” diyecek oldu.

      Kocası: “Yatak geniş… Yorganlarımızı ayıralım. Ben bir yana çekileyim. Rahat rahat uyuyalım!” cevabını verdi. Havva Hanım gülümsedi:

      “Ben de bir yana, pekâlâ!”

      Büyük ela gözleri yaşardı. Kalbinden taşan bir hıçkırığı tutmak için başını yukarı kaldırdı. Birdenbire buğulanmış camın arkasında, geçen ilkbahar gecesinin ak sakallı ecinnisini gördü. Koştu. Pencereyi kaldırdı. Sabahki tipinin camla panjurun arasına biriktirdiği karlardan başka bir şey bulamadı. Bu beyaz, soğuk yığını, hararetten tutuşan elleriyle sanki cücenin sakalı imiş gibi okşadı.

      “Ah yalanmış! Yalanmış!” diye inledi.

      Âdem Bey gözünü kapar kapamaz rahat uykusuna dalmıştı. Karısının bütün gece devam eden hıçkırıklarını duymadı…

      TÜRKÇE REÇETE

Kısa Hikâye

      Belkıs, geniş yatağında, mavi ipek kaplı yorganının altında sıkılmış bir yumruk gibi yusyumru yatıyordu. Sabahleyin vurdumduymaz kocasıyla yine bir fasıl gürültü etmişti. Şimdi sinirleri çekiliyor, kalbi sızlıyor, başı çatlayacak