Омер Сейфеддин

Bir Çocuk Aleko


Скачать книгу

usundan uyanınca kalktı. Gece yattığı tozlu fundalıklardan çıktı. Ilık, parlak bir güneş her tarafı ısıtıyordu. Bulutsuz hava bembeyazdı. Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu. Kalktı. Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi. Bir ileri bir geri baktı. Her taraf tenha idi. Durdu. Uzun, kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini yırtık çarıklarına dikti. Düşündü. Sırtındaki tozlu deri torbada yarım ekmekle bir soğandan başka bir şeyi yoktu. Altı aydır Gelibolu’da, bir Rum fırıncının yanında çalışıyordu. Birkaç gün evvel hükûmet, “Muharebe olacak.” diye ustasını diğer Hristiyanlarla Anadolu’ya geçirmişti. Gelibolu’da akrabası filan yoktu. Barınacak bir yer bulamadı. Köyüne dönmüştü ama köyünde de kimseyi bulamamıştı. Evler kapanmış, ahırlar boşalmış, küçük çarşı meydanı at, araba, asker, çadır dolmuştu. “Buralarda muharebe olacak, devlet ahaliyi geri çekti.” diyorlardı. Küçük Ali, işte köyünün geri çekilen ahalisini, anasını, ihtiyar babasını bulmak için iki gündür yürüyordu. Gece açıkta yatmak, gündüz güneşin altında yürümek onu zayıflatmıştı. Zaten esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki! Dayanamadı. Ne olur ne olmaz diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbasından çıkardı. Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına bakıyormuş gibi bu kaba mısır ekmeğini evirdi, çevirdi ucundan ısırdı. Ağzında lokmayı birdenbire yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde eziyordu. Evet, anası, babası, Malkara’ya gitmiş olacaktı. Orada akrabaları olduğunu hatırlıyordu. Acaba bu tenha şoseyi daha kaç gün yürüyecekti? Akşama ne yiyecekti? Bütün bütün aç kalma korkusu ile uyuduğunda rüyada kendini keçilerle beraber çalıları otlarken görmüştü. Tekrar köye dönmeyi, askerlerin arasına katılmayı düşündü. Hâlbuki köye kimseyi bırakmıyorlar, “Yasak! Dön, dön!” diye bağırıyorlardı. Nereden su içecekti? Mutlaka şosenin üstünde han yahut karakol vardı. Oturduğu tümsekten kalktı, yola atladı. Yürümeye başlamadan döndü. Geldiği tarafa baktı. Dalgalı tepelerden geçen yol, parça parça gibiydi; bazen görünüyor, bazen yeşillikler arasında kayboluyordu. Uzaktan bir kalabalık gördü. Yoksa asker miydi? Dikkat etti. Bu kalabalık gayet yavaş yürüyordu. “Bekleyeyim de şunlardan su isteyeyim.” dedi. Tekrar kalktı. Tümseğe oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, çenesini ellerinin arasına aldı. Gözlerini, vakit vakit kaybolup yine şosenin görünen parçasında meydana çıkanlardan ayırmıyordu. Bunlar asker değildi çünkü karmakarışık geliyorlardı. Niçin olduğunu bilmediği bir ümitle sevindi. İki gündür kırlarda yapayalnız kalmış, sanki insanları göreceği gelmişti. Ayağa kalktı. Ellerini gözlerine siper yaptı. Siyah kuşağı, mavi aba saltacığı, gönden torbasıyla tıpkı koyunlarını arayan minimini bir çobana benziyordu. Başında keçe filan yoktu. Sert kumral saçları güneşin aydınlığı ile yaldızlanıyor, parlıyordu.

      “Rumlar be!..” diye haykırdı.

      En önde, semerli bir beygirin üstünde beyaz sakallı, siyah kavuklu, siyah esvaplı papazı fark etti. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar, siyah aba esvaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu arabaların yanında ineklerle, koyunlarla, keçilerle karmakarışık yürüyorlardı. Küçük Ali, hiç kımıldamadan onların yaklaşmalarına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen bir köy halkı idi. Kendi köyünde komşu Rumların arasında büyüdüğü için çok iyi Rumca bilirdi. Bunların arasına katılıp Malkara’ya kadar gidemez miyim? diye düşündü. Fakat onlar, yanlarında Türk istemezler, bir Türk’e ekmek değil, bir damla su bile vermezlerdi. Kafile yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı. Papaz, onu daha uzaktan gördü. Tam hizasına gelince küçük Ali yine şoseye atladı. Papaza yaklaştı. Rumca, “Rica ederim, bana bir parça su verin.” dedi. Papaz beygirinin yularını çekti. O durunca, kafile de etrafa yavaş yavaş birikerek durdu. Çorap ören kadınlar tığlarını bıraktılar. Çocuklar babalarının bacakları arasından papazın konuştuğu çocuğu görmeye çalışıyorlardı.

      “Sen çoban mısın?”

      “Hayır.”

      “Burada ne arıyorsun?”

      “Gelibolu’da çalışıyordum. Ustamı sürdüler. Köye döndüm. Köyümü de sürmüşler, onları aramaya gidiyorum.”

      Papaz parlak mavi gözleriyle Ali’yi baştan aşağı süzdü:

      “Adın ne?” diye sordu.

      Bu manalı bakışı sanki “Türk müsün, Rum musun?” diyordu. Yarımadanın birçok köylerinde Türklerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisanları, dinleri, âdetleri birleştiremeyen asırlar Boğaz’ın bu tarafında esvapları birleştirmişti. Rum çocuklarının Türk çocuklarından farkı yalnız başı kabak gezmeleri idi. Ali, Gelibolu’da ustasının fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başına bir şey alamamıştı.

      Kekeledi: “Aleko.” dedi.

      “Anan baban var mı?”

      “Hayır, ben öksüzüm, kimsem yok.”

      Papaz etrafındakilere döndü.

      “Su verin şu çocuğa!”

      “Teşekkür ederim.”

      Hemen eline bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde doğruluyor, arkaya bakıyordu.

      “Jandarmalar çok geride…” dedi, “Seni görmediler. Bize karış.

      Haydi yürüyelim!”

      Kalın çizmeli ayağıyla atının karnına vurdu. Ali, atın uzun kuyruklu al sağrısı yanında yürümeye başladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde örtülmüş kırmızı bir battaniyenin uçları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız çoraplarını örerek, erkeklerin arabaları, yük hayvanları etrafında daima dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açlıktan, açıklıktan kurtulduğuna seviniyor, içinden Kandırdım şunları! Ne vakit olsa köyün nereye göçtüğünü haber alınca yanlarından kaçarım, diyordu. Atın al sağrısından kalkan gözleri, papazın kamburca sırtındaki solmuş siyah cübbeye, hayvanın adımlarına göre bir öne bir arkaya sallanan kadın saçlı başına, siyah, yüksek külahına bakıyordu. Yarım saatten ziyade gittiler. Uzaklarda koyun sürüleri duruyordu. Ali, papazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi gözleriyle sanki gözlerinin içine saplandı. Titredi.

      “Aleko!”

      “Oriste…”

      “Yanıma gel bakayım!”

      Birkaç hızlı adım attı. Papazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden kaldırmıyordu.

      “Sen benim atımla odama bakarsın.”

      “Bakarım.”

      “Seni kiliseye hizmetçi yaparım.”

      “Teşekkür ederim.”

      Öğleüstü küçük bir hanın bahçesinde, asırlık çınar ağaçlarının altında mola verilirken papaz; jandarmalara verdiği buğday ekmeğinden, haşlama etlerden Ali’ye de verdi. Bardağının dibinde bıraktığı şarabı da ona içirmek istedi.

      “Teşekkür ederim papaz efendi, içmem.”

      “Niçin?”

      Cevap bulamıyordu.

      “Haydi iç!”

      “Alışmamışım.”

      “Artık alışırsın. Kilisede şarapsız yemek yenmez.”

      Ali durakladı. Eline aldığı bardağın içindeki siyah suya baktı. Köydeki hocanın ramazan vaazlarında, “Bir damlası haramdır. İçen imansız gider.” dediğini hatırladı. Ama… Hayır… O keyif için günah için mi içecekti! Zorla… İçmese bunların arasında barınabilir miydi? Bardağı ağzına götürdü. Zehir gibi bir şey ağzını, boğazını yaktı. Sıcak sıcak karnına indi. Buruşan yüzü ile papaza gülmeye çalıştı.

      “Teşekkür ederim!”

***

      Kafile üç gün yürüdü. Geceleri Ali, papazın verdiği bir çula bürünerek yatıyordu. Dördüncü gün, akşama doğru içerilerde bir Rum köyüne gelindi. Jandarmalar her eve bir aile dağıttı. Papaz kiliseye inmişti. Burası karanlık, gamlı, kapalı bir bina idi. Bahçenin kaim, yüksek duvarları koyu maviye boyanmıştı. Papazın odası kaygan taş döşeli küçük avlunun ta nihayetinde idi. Ali, kilise hizmetçisinin yanında yatıyor, sabahları erkenden kalkıyor, kiliseyi süpürüyor, sabah ibadetlerinde