salladı. Bombayı götüreceği için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omzunu okşadı. Ali, bombanın işlediğini duyacak diye korktu.
“Haydi gel!”
Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başı kabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi. Sonra Ali’ye döndü:
“Ne söyleyeceksin?” dedi.
“Türklerin tarafına gitmeden evvel, bomba patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım.”
Tercüman, kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:
“Bu en dehşetli cehennem makinesidir. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.”
“Demek karargâhta ne kadar adam varsa hepsi ölecek?”
“Hepsi… Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargâhlarına yakınsa onlar da ateş alacaktır.”
“Ya bomba ateş almazsa?”
“Mutlaka alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.”
“Bunda hiç şüphe yoktur ya…”
“Asla…”
Ali durdu. Sırtında bombanın tik taklarını daha hızlanmış gibi işitti.
“Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim.”
Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti:
“Ya nesin?”
“Türk’üm!”
“Türk mü?”
“Evet Türk…”
Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. “Türk” lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan, Ali’nin ne söylediğini öğrenince yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı:
“Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin!”
“Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.”
Ali’nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir revolver çıkardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu. Tercümana, “Vakit dar, çabuk söyle! O, beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim!” dedi. Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit kalmadı!
Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zabitleri telefonla kumandanlarına, “İngiliz karargâhlarının bulunduğunu tahmin ettiğimiz yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır.” diyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali’yi hatırlıyor, sakin erkân-ı harbine, “O gönderdiğimiz çocuktan hâlâ bir haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında zavallıya bir şey mi oldu?” diyordu.
BİRDENBİRE
“Daha kalkmadın mı Yumuk’um?”
“Görüyorsun…”
“Ee, ne vakit kalkacaksın? Saat on bir!”
“Hiç, hiç kalkmayacağım cicim.”
“Hasta mısın yoksa?”
“Bir şeyim yok.”
“Ee, bu tembellik ne?”
“Bu yatağa, bu yalnız yatağın lezzetine doyamıyorum ki!”
“Haydi deli!”
“Ah bilsen…”
Kapıdan giren saz benizli, narin kadın şuh bir teklifsizlikle tembel arkadaşının karyolasına oturdu. Lacivert baş örtüsünü yeldirmesinin omuzlarına indirdi. İçinde tek tük gümüş aklar görünen kumral, kıvırcık, gür saçları, hayalî bir çiçek demeti gibi meydana çıktı. Gülümseyerek, “Ben o lezzeti bilirim!” dedi. Pencereden, karşısındaki dolabın büyük aynasına aksetmiş gamlı sonbahar semasına bir an daldı. Pek gençken vardığı ihtiyar bir miralaydan yine pek gençken üç çocukla dul kalan bu yaşlı kadın hâlâ güzeldi. Endamındaki o bedii incelik kırkını çoktan geçtiği hâlde, onu yine dinç bir kız gibi gösteriyordu.
Yumuk, yusyuvarlak tombul elini yorgandan çıkardı. Misafirinin donuk bir leylağı andıran solgun eline vurdu.
“Ama Ahterciğim, sen artık bu lezzete doymuşsundur.” dedi.
“Niçin doyayım?”
“Öyle ya, kaç senedir…”
“Evet, dokuz sene.”
“Oh, bir hayat, bütün bir hayat!”
“Evet.”
“Bıkmadın mı hiç?”
“Alıştım.”
Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk’u çok severdi. İhtiyar paşa babasının çılgınca muhabbeti içinde lalaların, dadıların kucaklarında şımartıla şımartıla büyütülen bu kızcağız da daha on sekizini doldurmadan abus bir zabite verilmişti. Berlin mekteplerinde tahsilini bitirip tamamıyla Almanlaşan bu adam, ağaçtan, hem de kayın ağacından yapılmış bir manken kadar katı, hissiz, duygusuz, hayalsiz, zevksiz, hasılı tatsız tuzsuz bir şeydi. Zavallı Yumuk’un bir buçuk sene onunla çekmediği kalmadı. O, hayatı tamamıyla romanlardaki gibi bilirdi: Hep aşk! Hep bir aşk etrafında biriken vakaların teakubu… Hâlbuki kocası ona, sevginin lafını bile ettirmiyor, biraz açılacak olsa, “Böyle düşünceler kokotlara yaraşır!” diye susturuyor, ruhunun şevkini daha parlamadan söndürüyordu. İşte hemen hemen altı ay vardı ki boşanmış, artık romanlarına, hülyalarına tekrar kavuşmuştu. Hayalin tadı, acı hakikatlerden sonra ne derin duyulur! Şimdi bütün muhayyilesinin içindeki dikensiz, fırtınasız cihanda yapayalnız, mesut yaşıyor, nihayetsiz tahayyüllere dalarak yatağından çıkmak istemiyordu.
Ahter, “Sakın sen buna alışma.” dedi.
“Sen nasıl alıştın?”
“Benim çocuklarım vardı.”
“Benim de hülyalarım var.”
“Hayır, Yumuk, hayır! Hakikat hülyadan şüphesiz daha iyidir!” Genç kadın doğruldu. Yatağında yan yastıklarına dayandı. Aile içinde herkes, bütün dostları ona “Yumuk” derlerdi. Şişman olmadığı hâlde vücudunda, yüzünde, omuzlarında, kollarında, hatta gözlerinde öyle tatlı bir yuvarlaklık vardı ki… Oynak hareketleriyle güzel, hırçın bir Van kedisini andırıyordu.
“Hakikat, yine birisine varmak mı?”
“Eğer hülya yalnızlıksa… Evet.”
“Mümkün değil Ahterciğim!”
“Demek hep böyle yaşayacaksın!”
“Evet.”
“Benim gibi?”
“Evet.”
“Daha yirmisinde yoksun. Demek on dokuz, yirmi beş, otuz sene… Ölünceye kadar böyle yapyalnız?”
“Evet.”
“Bütün bir hayat!”
“Yalnız bir şartla bu rahat yalnızlık cennetine veda edebilirim.”
“O