Омер Сейфеддин

Bir Çocuk Aleko


Скачать книгу

gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” Sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:

      “Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi, “Yoksa haberiniz yok mu?”

      Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan Köse Mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

      “Neden haberimiz olacak? Ne var?”

      …

      Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyiz’e dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!..

      “Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…

      Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “Cehennem leblebileri!” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk istanbulinli Köse Mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.

      İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı, “Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.

      Ahmet Bey, yine hiddetle sordu: “Hiçbir şey anlamadınız mı?”

      “Ne anlayacağız?”

      “Hürriyetin ilanını…”

      “Hangi gazetede?”

      “Hepsinde!”

      Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

      “İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”

      Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu Mümeyyiz’in hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:

      “Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

      …

      Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.

      “Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”

      “Evet.”

      “Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”

      “Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”

      …

      Köse Mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

      Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

      Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti, “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kabil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”

      O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine:

      “(…) Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği Köse Mümeyyiz’e tekrar sordu:

      “Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”

      “O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen Mümeyyiz:

      “Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi, “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”

      …

      Mümeyyiz Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

      Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle