istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum. Alayıma gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim.” dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Mekkâri hayvanlarına, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharebe oluyor sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta on beş yirmi kadar çadır vardı. Burası, uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce, ahşap bir köprüyü geçtiler. Nefer, küçük Ali’ye: “Sen burada beni bekle.” dedi. Gitti. İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali’ye döndü. Elini salladı, “Gel!” diye haykırdı. Ali koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı, iri bir adam onu baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:
“Hani mektup?”
“Poturumda dikili.”
“Ya! Kimden getirdin?”
“Papazdan!”
“Bizim paşaya mı?”
“Hayır, İngiliz paşasına.”
“İngiliz paşasına mı?”
Bu adam işi iyice anladıktan sonra, “Gel bunları yavere söyle.” diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uzanarak kitap okuyan genç bir zabitin önüne götürdü. Ali, köyünü nasıl bulamadığından, Rumlara nasıl karıştığından, kendini nasıl Rum gibi gösterdiğinden başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar anlattı. Zabit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı. Kendi eliyle Ali’nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zabitle oturmuş, sigara içiyordu. Yaver selamladı. Ali’nin söylediklerini kısaca anlattı:
“Mektup da bu…” dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana:
“Oku bakalım, ne?” diye uzattı.
Tercüman tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların adedini; Türklerin silahsız ahaliye yaptığı zulümleri, gebe kadınların karınlarını yarıp çocukları, genç kızları kazıklarda ve Rum erkeklerini toplayıp ateşte yaktıklarını uzun uzun söylüyor, “Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz.” diyordu. Ali’nin, okunan iftiraları duydukça “Yalan, yalan!” diye haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zabitlerin Rumlara ne kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz, mektubun nihayetinde kendini İngiliz generaline takdim ediyor, “Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakârlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçeyi de gayet iyi bilir. Her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz hamiyet olduğunu gösterir.” tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa; köye, papaza dair Ali’ye birçok şey daha sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran zabite bakarak yavere emir verdi.
“Hemen telgrafla bu casusun tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin!”
“Başüstüne!”
Yaver çıkarken ilave etti, “Bu çocuğa da beş lira mükâfat ver.”
Fakat Ali zeki bir çocuk serbestliğiyle, “Ben para istemem.” dedi. Paşa ayağa kalktı. Ta gözlerinin içine baktı:
“Ya ne istersin?..”
“Hizmet etmek isterim.”
“Nasıl hizmet? Küçüksün, muharebe edemezsin. Okuyup yazman var mı?”
“Azıcık okurum.”
“Seni telefoncuların yanına vereyim. Telefoncu ol.”
Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, fedakârlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini, bir genç Rum’un üç yüz kişiyle yüz binlerce düşmanı bozup vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı? Rumlarla İngilizlerin parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi.
“Belki bizim taraf için faydalı bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm.” dedi. Paşa bu fikri çok muvafık buldu. “Bak, biz bunu düşünemedik!” diye hâlâ hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf zabite döndü. Gülerek Ali’yi okşadı:
“Aferin sana!..”
Yaver, Ali’yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor, yavaş yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu.
Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargâhtan çıktı. O da bir al ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı.
“Artık yayan gideceğiz…” dedi. Belli ki buralarda muharebe olmuştu. Ali onun arkasına takıldı. Neferler atların yanında kalmıştı. Yaver önde, o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Birtakım askerlere rast geldiler. Hepsi selam veriyorlardı. Sonra kazılmış yola girdiler. Etraf görünmüyordu. Yürüdüler, yürüdüler… Bir tepenin arkasına çıktılar. Burada in gibi yerler vardı. Yaver bu inlerden birine onu soktu. İçeride üç dört zabit oturuyordu. Ali’yi onlara gösterdi. Paşanın arzusunu anlattı. “Kumandan Bey” dediği uzun boylu esmer adam:
“Pekâlâ.” dedi, “Ama gündüz gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son dirseğin nihayetinde bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık yarı görsün. Gece yardan aşağı iner. İngiliz mevkisine doğru çıkar. Sabahleyin beyaz mendil gösterir. Belki vurmaz, alırlar.”
Telefonu eline aldı. Söylediklerini tekrarladı. Sonra yanına bir emir neferi kattı.
“Haydi çocuğum, korkma…”
“Korkmam.”
Küçük Ali gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe kalbinin sevinçle çarptığını, tatlı bir hararetin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu.
Bugün muharebe olmuyordu. Geri hatları geçti. En ileri hatta erişti. Siperin içinde birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar, gülüşüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlardı. Sanki buraları bir düğün yeriydi. Her hatta birtakım genç zabitlere rast geliyorlardı. Zabitler, Ali’ye birçok şey soruyorlardı. Kumandan beyin “dirsek” dediği sipere gelince emir neferi onu kısa boylu, gözlüklü bir zabite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu zabitin yanına oturdu. Neferin kısaca söylediklerini daha uzun anlattı.
Zabit: “Peki çocuğum, bize misafir olursun, gece salıveririm.” dedi. Sonra onu kum torbalarının arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Funda ormanını, derin yarı gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu yarın etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için iki tarafın da askerleri yoktu. Gece oluncaya kadar zabitin yanında kaldı. Zabitle beraber yemek yedi. Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamıştı. Zabit, kendi