m
Hürriyet ilan olunduğu vakit ben İzmir’de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek “Yaşasın, yaşasın!” diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:
“Ulan, sen hâlâ burada ne arıyorsun?” dediler.
“Durmayıp da ne yapayım?” diye ağzımı açtım.
“Ne yapacaksın! İstanbul’a git!” diye haykırdılar. “Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir. Yoksa burada değil…”
Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeye başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak beni onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarını öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdılar. Ben bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum çünkü biliyordum ki Türkiye’de benden başka embriyoloji ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu ve halk, haberi olmadan bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu.
İlimsiz, irfansız, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler embriyoloji ile uğraşmasam bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi’nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti.
Mersinli’nin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. “Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?” diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:
“Bu eğlenmekse eğlenmemek nedir?”
“Yatıp uyumak…”
“Sabaha kadar uyanık durmanın bir şey olduğunu bileydik Abdülhamit’in devrinde de yapardık.”
Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilanından üç gün geçmemişti. “Dün” ayrılıyor, Abdülhamit’in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini; doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyorlardı ve kendileri gibi lafları da kulaklarıma geliyordu:
“Sabah oluyor yahu…”
“Hürriyet bu… Gündüz uyku, gece keyif…”
“Eee, para?..”
“Allah kerim!”
Onlar da yanımdan geçtiler ve Mısır Otelinin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum ancak bir çeyrek bulabildim ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış…
“Ne yapayım, ne yapayım?” diye başımı kaşıdım. Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fazıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim hâlde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, “Yalan olmasa dünya dönmez, yıkılır giderdi.” diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:
“Eyvah!” diye bağırdım. “Çantamı düşürmüşüm…”
Ve hemen ilave ettim:
“İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.”
Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:
“Korkma usta, şimdi paranı vereceğim.” diyor, çantamı kim bulursa Fas lirasından maadasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsüyordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:
“İnşallah bulursunuz.” dedi. “Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa bana bir şey rehin bırakınız.”
Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalem ile iki forma Fransızca “Essai sur l’embriologie”; bu kâğıtları uzattım.
“İşte sana bir rehin!” dedim. “Bir liradan fazla eder.”
Usta gözlerime baktı:
“Eğleniyor musun?” diye sordu ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilave etti:
“Kâğıt, para etseydi biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt; getir beş kuruş, al hepsini git!”
Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu. İçlerinden bazısı şüpheli nazarla beni süzerek “Ayıp, ayıp!” diye homurdanıyorlardı. Al aşağı ver yukarı, sanki haberim yokmuş da kazara buluyormuşum gibi cebimdeki çeyreği çıkardım, geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım. İçimde bir acı duyuyordum. İzzetinefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keşke tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felaket başıma gelmeyecekti çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimai bir mecburiyetti fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler. Spencer gibi büyük bir feylesof bile üzerinde, elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882’de Paris Ulum-ı Maneviye ve Esasiye Akademisine aza tayin olunduğu hâlde tabii bir Genç Osmanlı vatanperverliği ile hiçbir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika’da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatle göndermişler. Spencer saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya’nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi.
Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanı’na giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye “Doğrusu bu Spencer biraz budala imiş…” diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeye karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bu budalalık lazımsa ben bütün embriyolojiye ait notlarımı yırtıp, meydana atarak “Cahilim, yahu ben de cahilim!” diye haykırmaya başlardım. Hâlbuki işte hürriyet ilan edildi. Bunu şu yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali uyandı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabii şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususiyle embriyolojiye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler; mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi ve akademi açılacaktı… Embriyoloji mütehassısı ben, mutlaka ilk azalardan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasızlık günlerimiz bugünlerdi! Yarın Meşrutiyet ve hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıratımı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım!
Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. “Hey gidi hürriyet hey… İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeye başladı!” diyerek suratımı ekşittim. Mesut, kalın, kara kaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti:
“Seni bekliyordum.” dedi. “Feneri nerede söndürdün?..”
“Heyhat zavallı!” diye kabardım. “Fener söndürmedim. Bilakis hezaran ve es bi eydi hisad hezaran eşia-i hürriyet ikad ettim.”
“Ne yaptın, ne yaptın?”
“Söylediğimi anlamadın mı?”
“Yooook…”
“Niçin?”
“Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.”
“Bu