bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman, hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:
“İşte vatandaşlar!” dedi. “Bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ihtilal aletiyle mevkimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. ‘Haydi, siz gidin, beni yalnız bırakın.’ dedim. Onlar tünele girdiler. Yer altından Sulukule’ye doğru gitmeye başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki… Ben ne heyecanlar geçiriyordum…”
Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebitin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.
?!?!..
“Müstebit, ‘Aman, Jön Türk! Benden ne istersen iste! Vereyim. Yalnız canıma dokunma!’ deyince ben, ‘Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan edeceksin. Yoksa karışmam!’ dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyincilere sakalı elimdeyken yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır…”
......
Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor… ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Babıali’nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakıayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip, Jön Türk’ün kahramanlığını anlatıyorlar, işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar… Kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebitin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.
Ahmet Bey o akşam Nişantaşı’ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıali’ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilanına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıali’ye üşüşmüşlerdi. Hepsi Ahmet Bey’in arabasına koşuldu.
“Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!” nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıali Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprü’den geçerken Ahmet Bey, “Artık köprü parası alınmayacak bu vahşiliktir, hürriyete yakışmaz!..” diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay, Köprü’nün ortasına gelmeden Aziziye Karakolu’nu boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları Ferik Paşa önlerinde olduğu hâlde Galata’ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk’ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Karaköy’e geldiği hâlde Zülfikar gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçekapı’sında, biri henüz Yeni Cami muvakkithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata’da dükkânlar kapandı. “Patrida”ları5 olan Türkiye’yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık “yerli Yunanlı” kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk’ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat’tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumi bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu’na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü… O kadar büyüdü ki Cadde-i Kebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir ilah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey, Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına “Çüş!” manasına gelir garip bir ses çıkardı:
“Durrrr…”
Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lahuti sükût içinde Jön Türk’ün, hürriyet mabudunun sedası işitildi:
“Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusya’sının sefarethanesi önündeyiz… Onları selamlayalım. Eski, hain istibdat idaresi sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürriyetperver Rus çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır… Hiçbir devlet kendi komşusuna düşman olmaz. Olamaz! Bu mantığa muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da yine de muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükûmetleridir. Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan çarın hükûmeti hür bir Türkiye’ye düşman olamaz…”
… Bu nutuk uzadı. Uzadı… Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz, ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar, “Zito, zito, zito…”6 diye avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. İngiltere sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakiki dostumuz, hatta vücudundan haberimiz olmayan müttefikimiz Rusya imiş…
… Alay, Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki… artık hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiçbir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:
“Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da gideyim.”
Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:
“Asla, ey ‘kahraman-ı hürriyet!’, asla! Senin ayağın toprağa layık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu… Onların başlarına basarak yürü… İstediğin yere git…”
Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş… kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeye başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:
“Ya… şa… sın… Hür… ri… yet!”
Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış, kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu hâlde Türkçe konuşmasını öğrenememiş bir Çerkez’di. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lakin sevgili Ahmet’inin ismini duyunca “Acaba bir kaza mı oldu?” diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başları üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Panjuru aralık etti:
“Ayol