Омер Сейфеддин

Efruz Bey


Скачать книгу

Yaşasın Jön Türk!” gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet Bey işte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı. İdmanı kaçmıştı. Elleri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına, tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı. İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi?.. Jön Türk!.. Ulvi bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk “Yaşasın, yaşasın!” diye haykırıyor, karşı tarafında açılan panjurlardaki çoluk çocuk kafalar da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina, ince sesiyle “Gayret begimu, gayret…” diye onu teşci ediyordu.

      Ne ise zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina’yı kucakladı. Mevkisinin sevinciyle, bu siyah, zorla gülen gözler derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığını görür gibi oldu. Halk, Jön Türk’ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu beyaz yanakların üstündeki ince kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilahi bir seda “Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun?” dedi.

      “Evet. Ne yapıyorum?” diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

      “Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle…”

      “Haydi, sen aşağı in.”

      “Başüstüne!”

      Kızı aşağı savınca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi pırlanta şuleleriyle titremeye başlamışlardı.

      “Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına!” diye haykırdı. “Yarına… Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyiniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum… Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki… bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.”

      Kırmızı tuğlaların altındaki sıcak taşlar bağrıştılar:

      “Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?”

      ......

      “Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakiki ismimi söyleyeceğim. Evet yarın bunu işiteceksiniz!”

      Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki… manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor; her tarafta açılan panjurlardan kadın, kız, erkek, çocuk başları uzanıyor; bu umumi tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, ânâtını değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki hâline geliyordu.

      Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

      Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede esirîleştiğini, âdeta bütün kâinata inkılap ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu. İpten sıyrılarak kanayan ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır… Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk, ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil hatta hiçbir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah’la Tûr-ı Sina’da görüşen Musa’nın müminleri kaç kişi idi? Kızoğlankız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa’nın kaç mümini vardı. Topu tüfeği on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

      Evet, evet… Bu havayı tanıyordu.

      Halk… hayır, halk değil; halkın “deha” sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

      Kalkın, ey ehl-i vatan!

      Biz de şâdân olalım,

      Bu “Jön Türk”ün uğruna

      Biz de kurban olalım…

      Gök iyice karardı. Hava gazları “gelip gitme” kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu:

      “Daha açılmadı mı?

      Kızlar, “Hayır…” dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu’dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:

      “… Hep kulağına ‘İsmi Ahmet Bey’miş. Şaka yapmış.’ diye bağırdık. Duymadı.”

      ......

      Ahmet Bey bu tedavi tarzına fena hâlde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak “Bir daha bana ‘Ahmet Bey’ dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!” diye haykırdı.

      Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin baş ucunda, ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birdenbire değişen beyinin hâline feci feci baktı:

      “Öyle ise artık size ne diyelim?”

      “Asıl ismimi söyleyiniz.”

      “Asıl isminiz ne?”

      “…”

      Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu.

      “?”

      “Yarın söylerim.” dedi. “Aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!”

      “…”

***

      İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi. Esvapları, kitapları, kâğıtları, hasılı her şeyi bu geniş odadaydı.

      Hava gazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina’yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti:

      “Servit, mösyö, servit…”9

      “Haydi, git, yemek filan istemem!” diye onu kovdu.

      “…”

      İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan “hürriyetperverlik” iddiasını