Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti. “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kâbil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”
O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştan başa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine “… Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:
“Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”
“O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen mümeyyiz “Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi. “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”
......
Mümeyyiz, Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.
Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensup olması sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu.
Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. “Hürriyet” lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeye başladı. Ahmet Bey’e yüzünü çevirerek, “Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim! Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir!” dedi. Maiyetindeki kâtipler müdürlerinin ne mükemmel ne gayur adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek, “İşlerinize bakınız beyler!” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesini ihmalsiz icrasıdır!”
Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey’in canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lakin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenk ile sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Başını uzatarak bütün kaleme “Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.
Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:
“Je ne crois pas…”1
“Cet un blague.”2
“Dis donc…”3
“Eh bien, ce n’est pas possible.”4
......
Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor ama pek iyi, -yani hiç- anlamıyordu. “Hürriyet”in Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. “Leblebi” gibi bir isimdi…
“Leblebi, leblebici, labada… Hayır!”
Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken, “kahramanlık, gösteriş” damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden geçerek, sanki kaynamış bir su gibi bel kemiğinin hizasından akıyor, belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çenesi kilitleniyordu. Evet… Şimdi, şurada, “Yaşasın hürriyet!” diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıali’de ilk defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak!.. Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Âdeta karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:
“Yaşasın hürriyet!”
Bir an herkes sustu… Kalem kapılarında vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyin tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali’de ilk defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki hükûmetin bütün ordusu önüne çıksa “Bir hamlede yere geçireceğim.” sandı.
Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!
Dâhiliye tarafına, sadarete koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:
“Yaşasın hürriyet!”
Kapıcılar onu delirmiş zannıyla polise gönderiyorlardı. Ahmet Bey’in tutulmadığını, boyuna “Yaşasın hürriyet!” narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmaya başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir artezyen gibi şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu.
“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”
Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki… yarım saat içinde bütün Babıali yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprü’yü geçti. Beyoğlu’nu karıştırdı.
Bir saat sonra…
Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafında müsteşarlar, müdürler, şûra-yı devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor,