beni istemiş! ‘Gidemem, hastayım…’ diyecektim ama… Hınzır Arap’ın hatırını kırmaya gelmez ki… Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi… Evet, neyse… Onu yanıma aldım. Dışarı fırladım…”
Yahut da:
“… Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margerit’e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki… tarif edemem…”
İlah, ilah, ilah…
Hâlbuki bunların hiçbirisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı gibi… görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine “esraralud bir Jön Türk” süsü verir, bir satırını görmediği hâlde Namık Kemal’in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşa’nın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu, rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti… İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de ona göre hiçbir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima, aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine, “Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum.” diye sızlanırdı.
“Anne! Yemekte para, masraf lafı etme!” diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi. İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hasılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boyaydı. Neye kıymet verilirse o kıymete sahiden sahip olmaya çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeye uğraşır, muvaffak da olurdu.
Fakat bu son muvaffakiyeti…
… O kadar büyüktü ki… şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıali’de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken, “Yaşasın hürriyet!” diye haykırmıştı. Sonrasını pek iyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O, “cemiyet”in “fert” gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat… fakat çabuk ayılır; hayali, fertten daha çabuk inkisara uğrardı.
Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey, cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor… hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.
Yarın ne olacaktı?
İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?
Fakat ismi?
Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına “Edebiyat-ı Cedide” romanlarında okuduğu isimler geliyordu: “Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Sühran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan…” Hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki… hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olmanın yanında kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saatten ziyade aradı, bulamadı.
Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.
“Yeni bir kelime uydurmalıyım…” dedi. Ama bu nasıl olacaktı? Bestekâr Verdi’nin ismini hatırladı. Tokatlıyan’da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kralından mükâfat olarak ismini istemiş, kral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti:
“Victor Emmanuel, Roi d’Italie”, “v, r, d, i” İşte “Verdi” ismi! “Verdi” ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretleri’nden mi? Hayır! Haşa… Onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sedaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi. Mesela Avrupa hükümdarlarının isimlerinden… Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir tournant10 vardı. Raflar eski “Frou Frou” nüshalarıyla dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinai roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin yatakta okur, Culotte Rouge’un, Sans-Géne’in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinai romanlardan bir tanesi tournantın ta üstündeydi. Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya, cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nicola, Vilhelm, Edvard, Victor Emmanuel, Alfons, Yorgi, Jorj, Fransuva-Jozef, Albert, Hakon… Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:
Nvevayjfah…
Yazdığına baktı. Telaffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:
Hafjyararan,
Fanajavah,
Vanjnuhfa,
Jafnahvu…
Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır… Beğenemedi. Hoşuna gitmedi.
“Vay anasını!” dedi. “Beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.”
Sonra hürriyetin üç meşhur şiarından birer harf almasını düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, uhuvvet! Yazdı:
“Humma…”
Hastalık ismi! Beğenmedi. Sait gibi elifi ortaya aldı:
“Ham…”
Yüzünü buruşturdu.
Bir kere daha değiştirdi:
“Amh…”
Bu hepsinden münasebetsizdi.
Gece yarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılapçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler birbirinden münasebetsiz, birbirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü bıraktı. Yazıhanesinde, romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir “Lügat-i Osmaniye” dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı: Efruz…
Manasını okudu: “Ziyalandırıcı, ruşen edici olan.”
Tekrarladı:
“Efruz…”
“Efruz…”
“Efruz…”
......
Hoştu.