Альфонс Доде

Taraskonlu Tartaren


Скачать книгу

Bu avcıların hepsi ayakta birbirleriyle münakaşa ederlerdi. Oturan adam Taraskonlu Tartaren’di. Onların davalarını faslederek Süleymanlıkla Nemrutluğu cem ederdi.

      III

      “Hayır! Hayır! Hayır!” Taraskon Şehri Üzerine Umumi Bir Nazardan Mabaid.11

      Taraskon’un kuvvetli ırkında avcılık ihtirasından başka bir ihtiras daha vardı ki o da romans ihtirası idi. Bu küçük memlekette sarf olunan romans inanılmayacak kadar çoktu. Eski kartonlar içinde sararmış ne kadar hissî bayatlıklar varsa hepsi Taraskon’da gençleşmiş ve parlaklığını iade etmiş bir hâlde görülürdü. Hepsi hepsi orada mevcuttu. Her familyanın kendine mahsus bir romansı vardı. Şehirde herkesçe bunlar bilinirdi. Mesela malumdu ki, Eczacı Bézuquet’nin romansı:

      “Parlak yıldız sana perestiş ediyorum.”

      Silahçı Costecalde’ınki:

      “Kulübeler memleketine gelmek ister misin?”

      Sicil tahsildarının romansı da:

      “Gizlenseydim kimse beni görmezdi.” (gülünç bir şarkı)

      Vesaire… Bütün Taraskon için bu böyle idi. Haftada iki üç gün birinin veya diğerinin evinde toplanılır ve bunlar terennüm edilirdi. Garibi şurasıdır ki bu romanslar daima aynı idi. O kadar uzun zamandan beri terennüm ettikleri hâlde bu yiğit Taraskonlular bu romansları değiştirmek arzusunda değildiler. Bunlar ailede babadan oğula miras kalırdı. Kimse ona dokunmaz ve mukaddes addolunurdu. Hatta hiçbir zaman bu romanslar ariyet12 olarak alınmazdı. Hiçbir zaman Bézuquet’nin romansını söylemek Costecalde’ın fikrine gelmezdi. Ne de Bézuquet, Costecalde’ların romansını terennüm ederdi. Bununla beraber kırk seneden beri kendi kendilerine terennüm ettikleri bu şarkıları hepsi bilirdi fikrinde bulunursanız yanılırsınız. Hayır! Her biri kendi romansını muhafaza eder ve herkes memnun olurdu.

      Romanslarda olsun, kasketlerde olsun şehrin birincisi yine Tartaren idi. Onun hemşehrilerine faikiyeti13 şurada mündemiçti: Tartaren’in kendine mahsus romansı yoktu ve hepsininkini bilirdi.

      Hepsininkini!

      Lakin bu romansları ona söyletmek pek güçtü. Salon muvaffakiyetlerinden erken dönen kahraman, Nîmes şehri piyanolarının karşısında boy göstermektense ya kulübe gitmeyi yahut avcılık kitaplarına dalmayı tercih ediyordu. Bu musiki nümayişlerini kendine layık görmezdi. Bununla beraber bazı kere Bézuquet’nin eczanesinde musiki olduğu zaman tesadüf etmiş gibi içeri girer ve herkesi yalvarttıktan sonra Madam Bézuquet’nin annesiyle birlikte “Şeytan Robert” şarkısını söylemeye muvafakat ederdi. Bu şarkıyı kim işitmediyse hiçbir şey işitmemiş demektir… Bana gelince yüz sene yaşasam bütün hayatımca büyük Tartaren’in azametli adımlarıyla piyanoya yaklaştığı, dirseğiyle piyanoya dayanarak ve yüzünü buruşturarak vazoların yeşil akisleri altında Şeytan Robert’in haşin simasını taklit ettiği daima gözümün önünden gitmeyecek. Vaziyet alır almaz bütün salon titrer; büyük bir şey cereyan edeceği hisso-lunurdu. O zaman bir sükûttan sonra Madam Bézuquet’nin annesi piyanoya refakat ederek başlardı:

      Robert ben ki seni severim

      Sen benim vicdanımı aldın

      Haşin mi görüyorsun

      Allah seni de beni de affetsin.

      Sonra yavaş sesle ilave ederdi: “Tartaren sıra sizin.” Ve Taraskonlu Tartaren kollarını uzatmış, yumrukları sıkılmış, burun kanatları titrek, piyanoda gök gürler gibi üç defa tekrar ederdi: “Hayır, hayır, hayır!” Bunun üzerine Madam Bézuquet’nin annesi bir kere daha tekrar ederdi:

      “Allah seni de beni de affetsin!”

      Tartaren avazı çıktığı kadar “Hayır, hayır, hayır!” diye haykırırdı. Ve her şey burada biterdi. Gördüğünüz gibi bu uzun sürmezdi. Lakin o bu kadar iyi ortaya atılmış, o kadar maharetli bir edayla, o kadar şeytani bir tavırla yapılırdı ki, eczanede bir korku ürpermesi dolaşırdı. “Hayır, hayır, hayır”larını ona dört beş defa tekrar ettirirlerdi.

      Bunun üzerine Tartaren alnının terini siler. Kadınlara tebessüm eder. Erkeklere göz kırpar ve muzafferane çekilir. Mühmalane14 bir tavırla “Bézuquet’lerde ‘Şeytan Robert’ şarkısını söyledim.” demek için kulübe giderdi.

      İşin asıl garibi buna kendi de inanırdı.

      IV

      Onlar!!!

      Tartarenli Taraskon şehirdeki yüksek mevkisini bu muhtelif maharetlere medyun idi.

      Birde şurası sabitti ki bu şeytan adam herkesi kendine cezbetmenin yolunu biliyordu.

      Taraskon’da ordu Tartaren’e teveccühkâr idi. Mütekait debboy15 yüzbaşısı kahraman kumandan Bravida onun hakkında “Tavşan gibi bir herif!” derdi. Anlarsınız ya, kumandan tavşanı iyi bilirdi, çünkü o kadar tavşan giydirmişti ki…

      Hâkimler Tartaren’e teveccühkâr idiler. İki üç defa Ceza Reisi Ladevése, mahkeme ortasında Tartaren’den bahsederken “bu seciyeli adam” demişti.

      Elhasıl ahali de Tartaren’e teveccühkâr idi. Boyu bosu, yürüyüşü, tavrı, gürültüden korkmayan iyi bir trompetacı beygiri tavrı, nereden geldiği bilinmeyen bu kahramanlık şöhreti, bazen dağıttığı metelikler ve kapısının önüne yayılan lostracı çocukların başlarına vurduğu tokatlar onu bulunduğu yerin Lord Seymour’u Taraskon hallerinin kralı yapmıştı. Pazar akşamı rıhtımın üstünde Tartaren kasketini tüfeğin namlusuna takmış olduğu hâlde şehre dönerken Rhone Nehri hamalları kemal-i hürmetle eğilirler, göz ucu ile onun kolunu şişiren pazu adalesini birbirlerine gösterirler ve birbirlerine hayranlıkla yavaşça söylerler:

      “İşte kuvvetli bir adam! Çifte pazusu var…”

      Çifte pazu!

      Böyle şeyler ancak Taraskon’da işitilir.

      Bununla beraber her şeye, birçok maharetlerine, çifte pazusu ile ahalinin teveccühüne ve cesur kumandan sabık debboy yüzbaşısı Bravida’nın o kadar kıymetli hürmetine rağmen Tartaren mesut değildi. Bu küçük şehir hayatı onu sıkıyor, ona ağır geliyordu. Taraskon’un büyük adamı, Taraskon’da sıkılıyordu. Mesela şu ki, onun gibi kahraman tabiatlı, sergüzeşt arayan ve muharebeler, koşular, pampalarda büyük avlar, sahra kumları, kasırgalar, tayfunlar tahayyül eden adamın ruhu her pazar kasket avcılığına çıkmaya ve geri kalan vakitlerini Silahçı Castecalde’ın evinde dava fasletmede geçirmeyi hiç de istemiyordu. Zavallı aziz büyük adam! İşin sonunda bu hâl onu üzüntüden öldürecekti.

      Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor,16 silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut17 Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. Heyhat!.. Sergüzeşt hırsını teskin etmek için ne yapsa bu arzuyu şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramıyordu. Bütün o silahların manzarası onu daima bir hiddet ve hırs içinde bırakıyordu. Okları, kamaları kementleri ona “Harp! Harp!” diye haykırıyor, baobabının dallarında büyük seyahat rüzgârları esiyor, ona fena nasihatler veriyordu. Bunların üzerine bir de Gustave Aimard ve Fenimore Cooper…

      Oh!