Ahmet Haşim

Gurebâhâne-i Laklakan


Скачать книгу

ya gitmiştim. Üç dört saatlik hazin, kirli, eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra, ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığıyla sürüklenen ufak bir tren beni aynı günün akşamında, karanlık bir duvar gibi semalara kadar yükselen Keşiş’in eteğindeki yeşil şehre bırakmıştı.

      O sırada İstanbul’un okuryazar gençleri arasında “mimari” bir milliyetçilik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor; makaleler ihtiyar mermerlerin mana ve asaletinden bahsediyor; şiirler kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu. Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tabirleriyle dolmuştu. Türk medeniyetinin ölçüsü münhasıran “mimari” olmuştu. Mimari münakaşalarıyla yer yer dostluklar kuruluyor, düşmanlıklar vücut buluyordu. Millî şuurun uyandırdığı deruni kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğuna erişmemişti. Bu kuvvetler havai fişenkler şeklinde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden akıcı nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.

      O sırada Bursa’da benim de ne yapacağım tabii belli idi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkiklerde bulunmak, düşünmek, not almak ve nihayet mimarinin “tarih” ve “estetik”ine dair az çok uydurma yeni bir keşifle zengin, gelecek münakaşalar için yerinde toplanmış kuvvetli vesikalarla silahlı olarak İstanbul’a dönmekti, öyle yaptım.

      Çekirge’de Hüdavendigâr1 Türbesi’ni ziyaret ettim. Türbedarın bana üç yüz senelik diye gösterdiği bir Kur’an’ın yazı ve tezhibine takdir ve hayretle baktım. Türbenin kutsi ölüsü sultanın ceylan derisinden bir seccade, bir zırhlı gömlek ve bir miğferden ibaret savaş mirasına korkuyla ellerimi dokundurdum. Muradiye’ye gittim, türbenin rengârenk çini bahçesinde, erimiş yakuttan lale ve karanfillerin havasında uzun müddet oturarak düşündüm. Diğer bir gün Yeşil Cami’ye gittim. Duvarları kaplayan yeşil çiniler bu mabedin içine esrarengiz bir denizaltı aydınlığı veriyordu. O aydınlıkta kayyumla karşı karşıya oturarak nakışlar ve oymalar hakkında uzun uzun konuştuk. Kayyum, “Garip şey…” diyordu. “Bir zamandan beri İstanbul’dan gelenler hep bana sorduğunuz sualleri soruyor?” Yabancıların ziyaret ettiği camilerdeki sarıklı hademelerin çoğu gibi bu hoca da zeki, geveze ve safvetsizdi. Bana, caminin Vefik Paşa2 zamanında De Parville isminde bir Fransız mimarın nezareti altında gömülü olduğu topraklardan çıkarılıp tamir ettiği zaman çalınmış olan çinilerinden bahsetti. Ve bu iş hakkında daha fazla tafsilat almak istiyorsam Bursa’da elli altmış seneden beri yerleşen Türk dostu ve Türklere has sanat meraklısı Greguvar Bay ismindeki zatla görüşmemi tavsiye etti. Bu ismi ilk defa işitmiyordum, birçok Fransız yazar ve edibinin Doğu’ya dair yazılarında bu isim, güller ve çiniler arasında yaşamak ve ölmek için Bursa’da inzivayı seçmiş garip bir sanat delisinin adı olarak geçiyordu. Ziyaret için müsaade istemek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı gün cevap aldım. Ertesi günü öğleden sonra Sedbaşı’ndaki evinde beni bekleyecekti.

      Bay, beni bahçesinde, çınar ve dut ağaçlarının gölgesinde kabul etti. Sigaralar yaktık, kahveler içtik. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde “ahududu” şerbeti getirdiler. Işıkta parıl parıl yanan billur kadehlerdeki buzlu, güzel kokulu al içki ile boğazlarımızı serinlettik ve sırma işlemeli ipek peşkirlerle dudaklarımızı kuruttuk. Biz konuşurken ikide bir, bahçenin bülbül sesleri ve serçe cıvıltılarıyla dolu yeşil derinliklerinden, elinde taze dut dolu bir tabakla başı örtülü bir genç hanım veya kırmızı şalvarlı bir kız çocuğu çıkıyordu. Madam Bay her birine halis Türkçeyle “Güle güle… Ne zaman isterseniz yine gelin… Kendi bahçeniz gibi…” diyordu.

      Mösyö Greguvar Bay’a, birçok yazar ve şairlerin kitaplarında tarifini okumuş olduğum, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun oldu. Greguvar Bay’ın “deha”dan mahrum bir nevi Pierre Loti3 olduğunu iki üç söz teatisinden sonra anlamıştım. Yegâne eseri evi idi. Zevkinin merakı tahrik edecek bir çekiciliği olduğunu öğrenmekten derin bir haz alıyordu.

      Evvela köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye’nin çinilerini taklit suretiyle Kütahya’da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından başka dikkate değer bir şey görmedim. Zaten Greguvar Bay köşküne fazla kıymet vermiyordu. Hayatının şaheseri, bahçenin terk edilmiş bir köşesindeki “Gurebâhâne-i Laklakan” (Leylekler Bakımevi) idi. Bu gülünç adın sebebini Greguvar Bay bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun durup konuşarak dolaştık. Her bir adımda ev sahibi bahçesinin ayrı bir hususiyeti hakkında tafsilat veriyordu:

      “Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi; bahçenin bu terk edilmiş ve perişan hâlini kendim istedim. Sarmaşıkların, örümcek ağları şeklinde, biri birine geçip bütün ağaçları kaplaması için senelerce bekledim. Bu ağaçlara insan başları manzarasını vermek, dallara bu azgın gelişmeyi aldırmak, hasılı bahçeye serbest bir orman manzarası verdirmek için bilseniz ne kadar çalıştım. Türk sanatının muhabbeti bana ‘tabiat’ muhabbetini öğretmiştir. Tabiatı kayda tabi görmek bana şimdi eza veriyor. Bir bahçe için bir ormana benzemekten daha fazla bir güzellik tasavvuru kabil midir? Şimdi Le Notre4 usulü Fransız bahçeciliği bana bir çirkinlik ve bir manasızlık gibi görünmektedir.”

      Sonra, bana bahçesindeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesinin hikmetini anlattı:

      “Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hristiyan mezarlığının ağır sükûtunda hissedilen âdeta düşmanlıktır. Hâlbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, her ölü o kadar munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lazım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharını hazanla yumuşatmak ve ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”

      Bahçenin ötesine berisine dağılan, tepesi sivri, altı geniş, kısa çamlardan birinin önünde durup anlattı:

      “Bu çamları sebepsiz bahçeme dikmedim. Türkçe ismini maalesef bilmediğim bu ağacı dönen Mevlevi’ye benzettiğim için severim. Bakınız bu çam, dönüş havasında açılmış bir Mevlevi tennuresini andırmıyor mu? Bu çamlara baktıkça sanıyorum ki bahçem büyük bir semahanedir ve içinde nebati Mevleviler yer yer, kendinden geçmiş, bülbüllerin ahengiyle dönüyor.”

      O sırada yan yana birkaç odadan ibaret, harap ufak bir binanın önüne gelmiştik. Mösyö Greguvar Bay, “İşte Gurebâhâne-i Laklakan!” dedi. “Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat hâlini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç oda ile onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükûn ve tahayyül içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya sığınırım. Zevcem bile bana burada refakat etmez. Bu inziva yerinde arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar çarşısının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat bazı hayvanların darülacezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasıyla geçindirilir. Haffaf esnafın aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar âciz bir ihtiyar, sadaka parasıyla her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar çarşısındaki leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım, ben de bu ihtiyar kuşlardan farklı mıyım? Bu köşe onlar ve benim için bir gurebâhânedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz. Onun için pavyona ‘Gurebâhâne-i Laklakan’ ismini verdim.”

      Gerçekten kanatları kırık bir leylek, beyaz elbiseler giyinmiş bir hasta