Ahmet Haşim

Gurebâhâne-i Laklakan


Скачать книгу

Ona kokularını, seslerini, gölgelerini dışarıdaki bahçe gönderiyordu.

      Greguvar Bay hararetle anlatıyordu:

      “Bu çinileri en meşhur çinilerden kopye ettirdim. Sadi’nin bu şiirini hattat Hafız …’a6 yazdırdım. Bu adam Türk hat ve tezhibinin Bursa’da son üstadıdır. Çarşıda küçük bir dükkânda, son şaheserlerini, artık güzelliği anlamayan bir neslin kayıtsızlığı içinde meydana getiriyor. Bu adam ihtiyardır ve açtır. Nerede ise ölecek, gidiniz, tanıyınız ve teselli ediniz.”

      Geçtiğimiz ikinci oda “Gül ve Bülbül” odası idi Bu odanın duvarları da birincisi gibi çini kaplıydı Greguvar Bay odaya neden “Gül ve Bülbül” ismini verdiğini anlattı:

      “On on beş sene evvel beni ziyarete gelen bir Avrupalı ile Doğu dillerinin zenginliği hakkında bir münakaşamız olmuştu. Bu adama demiştim ki yalnız ‘gül’ kelimesinin iştikak ve birleşmesinden yüzlerce sıfat, yüzlerce isim vardır. İddiamı ispat için bu odanın duvarlarına ‘gül’ kelimesiyle terkip edilen bütün kadın isimlerini yazdırdım: Gülizar, Gülbu, Gülruh ilh…”

      Bu isimler nefis bir sülüsle, ufak renkli daireler içine yazılmış ve çininin çeşitli nakışları içine dağıtılmış idi. “Gül ve Bülbül” odası da “Sadi” odası gibi eski Türk sanatkârlarının el işleriyle, mercan ve fil dişi saplı bağa kaşıklar, oklar, leğen ve ibrikler, gümüş aynalar, mangallar, nargileler, halı parçaları, çevreler, kitap ciltleri ve buna benzer eşya ile dolu idi.

      Greguvar Bay her parçayı itina ile eline alıyor, aydınlığa tutuyor ve her noktası hakkında estetik ve tarihî birçok tafsilat veriyordu. Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü. Üçüncü ve sonuncu odaya geçtik. Bu oda “Vefik Paşa” odası idi.

      “Merhum Vefik Paşa dostumdu. Bursa’yı hatıralarıyla doldurmuştur. Onun için Türk sanatını ve Bursa’yı sevenler için bu vezirin hatırası azizdir. Güneşe kavuşturduğu Yeşil Cami onun bu şehre bir hediyesidir. Tamirden evvel Yeşil Cami bir harabe, bir süprüntülük idi. İçerisi toprakla, molozla dolu ve kubbesi birçok yerlerinden çatlamış, yıkılmak üzere idi. Tamiri bir müşkül mesele idi. Vefik Paşa bu iş için Fransa’dan meşhur mimar De Parville’i Bursa’ya çağırdı. De Parville, caminin içini temizletmekle işe başladı. Caminin yeşil çini hazinesi işte bu ameliyeden sonra hayran gözlerimize kendisini gösterdi. Sonra kubbesi demir çemberlerle tutturulup çatlaklara çimento dökülerek kubbe sağlamlaştırıldı. Pek eski bir abide olan Yeşil Cami’nin bu yenilik hâli işte bu tamirden ileri geliyor. De Parville, Yeşil Cami’nin tamiri dolayısıyla tetkik ettiği Türk mimarisi hakkında kıymetli bir eser yazmıştır. Bu eserin nüshaları pek nadirdir. Bana hediye ettiği nüshayı köşkte, eski bir Türk cildi içinde saklıyorum. Zannederim ki İstanbul’da Arkeoloji Müzesi kütüphanesinde bu kitabın bir nüshası daha var. Bu odanın tavanını eski bir Türk konağının harabesinden satın aldım ve dağıtmadan olduğu gibi yerinden söküp buraya taşımak, buradaki yerine yerleştirmek için bilseniz ne zahmetlere katlandım ne fedakârlıklara razı oldum, bakınız… Aradan geçen bunca asırlara rağmen hâlâ renkleri, altınları ve oymaları bozulmayan bu tavan tek başına bir medeniyet ispatı değil mi?”

      Bütün bu eşya ve mimari etrafındaki gezintiden ve duruşlardan Vefik Paşa odasına gelince ziyaretçinin nasıl yorulacağını tahmin etmiş gibi, Greguvar Bay, bahçeye ve uzakta Nilüfer Ovası’na bakan Türk işi demir parmaklıklı pencerelerin önüne yumuşak ve derin sedirler koydurmuştu. Kendimi bu sedirlerden birine atarak bir müddet dışarıdan gelen yaprak hışırtılarını ve dereden akan su şarıltısını gözümü kapayarak dinledim. Greguvar Bay’ın Türk sanatını sevişi ve anlayışı birçok yabancılarınki gibi hoşuma gitmemişti. Fikrimi açıkça söyledim:

      “Mösyö Bay, bilmiyorum niçin, siz yabancıların Türk ve umumiyetle Doğu sanatını takdir edişinizde izzetinefsi yaralayan bir şey var. Görmekten geldiğimiz ‘Gül ve Bülbül’ odasında iken bana eski bir leğen kapağını göstermiştiniz ve bakır levha üzerinde ufak deliklerden yapılmış nakışlara karşı, ifratı bile aşan bir hayretle, şaşmış görünmüştünüz; fazla beğenmiş olmaktan ziyade fazla şaşmış… Eserlerimize karşı hayretiniz -bize öyle geliyor ki- zekâlarımızı hakir görmenizden ileri geliyor. Biz hayret verici değil fakat hayrete değer derecede güzel şeyler yaptık. Üç dört bin sene evvel ehram yapılmış, Lüksor Tapınağı’nın sütunları dikilmiş ve bütün bunlar, bizim gibi iki kollu, iki bacaklı fakat tecrübe ve ilimce bizden sonsuz derecede aşağı olması lazım gelen insanlar tarafından yapılmış iken bugün veyahut üç yüz sene evvel, bakır bir levhayı süslü bir dantela hâline koymuş olmakla bir insan için acaba hayrete değer ne olabilir? Mucizeler vasıtaların iptidai olduğu devirlerde olurdu. Bugün ise insan için uçmak bile mucize değil! Şu kadar bin kiloluk bir ağırlığı, eskiden kervanların on günde katedemediği mesafelere, bir saniyede fırlatmakta bile artık bir fevkaladelik yok! Belki kunduzun dişleriyle ağaç rendelemesi hayret vericidir fakat insanların bir bakır levhayı oyması hiç öyle değil!”

      Muhatabım biraz düşündükten sonra, samimiyetinden şüphelendiğim tatlı bir eda ile itirazlarıma cevap verdi:

      “Hayret etmemek için sebep olarak saydıklarınız bizi aksine hayret etmeye sevk ediyor. Zamanımızda her işini makineye bırakan insan eli, artık kendi ustalığıyla güzelliği yaratmakta aciz gösteriyor, insan eseri olan makine, insan elini adileştirmiştir. Eski ellerin güzel eserlerini gördükçe bugünkü soysuzlaşmış insan elinin vaktiyle nelere kadir olmuş olduğunu düşünüp şaşmamak mümkün değildir. Eski Mısır, Babil, Keldan, Yunan ve Fenike eserleri, eski Arap ve İran eserleri bizi bugün hep bu düşünceyle hayret ettiriyor. Hayretimiz bugünkü insan elinin aczinden ileri gelir. Bunun içindir ki dev gibi makinelerle kolayca açıldığını bildiğimiz Panama Kanalı’na karşı hiçbir alaka duymayan hayalimiz iki yüz sene evvel, Bursa’da, Konya’da, İzmir’de bir genç kız elinin işlediği ipek çevrenin iptidai sırma nakışları önünde zevkle heyecan ve hayrete düşüyor.”

      Bu bahis üzerinde bir iki fikir daha teati ettikten sonra Vefik Paşa odasından çıktık. Artık akşam olmuştu. Dışarıda, bahçeye bakan, üstü örtülü bir taraçada küçük bir iskemle üzerinde, eski zaman işi büyük bir sini duruyordu. Sininin üstünde, çepçevre tahta kaşıklar ve yerde sini etrafında birer küçük minder dizilmişti. Yapraklar içinde kaybolan mermer bir levha üzerinde, Pierre Loti’nin bu sofrada Yeşil Cami imamlarıyla iftar ettiği akşamın tarihi kazılmıştı. Madam Bay bize çayı “Gurebâhâne-i Laklakan” civarında, her tarafı gül yaprakları içinde kalan bir kameriye altında hazırlatmıştı. Eski saz sandalyelere uzandık, nefis bir Çin çayından yudumlar içerek etrafta koyulaşan akşam lacivertliğine ve bir köşesinde ince bir hilalin belirdiği yeşil semaya daldık ve sustuk. Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam dumanlarının ailevi kokularıyla doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar yakın geçiyordu. Uhrevi ve sert kokularını daha kuvvetle yaymaya başlayan bahçenin her tarafında şimdi yeşil Mevleviler daha vecdle, daha rahatla dönüyordu…

      Bursa’dan ayrıldıktan sonra Greguvar Bay’dan bir daha bahsedildiğini işitmedim. Bursa’da öldüğünü pek çok sonra öğrendim.

      MÜSLÜMAN SAATİ

      İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen alet değil fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını