Ahmet Haşim

Gurebâhâne-i Laklakan


Скачать книгу

Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakalarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidai ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hatıraların kutsi saatiydi. Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” hâline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hâle getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yer altında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telakkisinden koparak kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ızdırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o akılları hayrette bırakan mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

      BİR AĞAÇ KARŞISINDA

      Soğuk bir kış günü, karanfil almak için çiçekçi dükkânına girdim. Tatlı bir yaz hararetiyle ısıttırılan bu yerin havası, nebati usarelerin hafif, sert ve yeşil buğularıyla dolu idi. İstediğim çiçeklerin destelenmesine kadar, bana gösterilen sandalyede oturdum. Mesut bir insanın hayal evi gibi, iklim, mevsim, yer ve zaman dışında meyl ve hevesin arzu edebileceği her türlü renkte otlar, yapraklar ve çiçeklerle dolu olan bu âdeta sihirli dükkânda, sessiz bir hayat ile nefes aldığı hissedilen karanlık yapraklı, bodur bir hurma ağacından başka hiçbir şeyle meşgul olmadım. Hayalim, sanki aciz bir sinekti ve nebati örümcek onu birden ağlarında avlamıştı. Hareketsiz duran haşin ağaca baktım ve düşündüm: Bir limonlukta hapsedildiği için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi, öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanamayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mesut muydu? En hakir ottan, en muhteşem çınara kadar her nebatın muhtaç olduğu hava ve ışıktan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mesut olabileceğine hükmetmek için kendimce makul bir sebep bulamadım.

      Nebatların zekâsı hakkında büyük Maeterlinck’in7 anlattığı akıllara hayret verici müşahedelerden sonra, bir ağacı mesut veya muzdarip tasavvur etmekte hiçbir garabet kalmıyor. Varlıkların sükûtuna aldanmamak! Muzdaripler yalnız “muzdaribim” diye bağırabilenler değildir. Bilinmez niçin, acıya hayat katan kudret, insandan başka hiçbir mahluka acının sırrını açıklamak imkânını vermemiştir. Her mahluk, hayatın kanlı yollarında, boynuna geçirilen ve sesini boğan bir ağır “sükût” zincirini sürükleyip yürüyor. Hiçbir beygir, hiçbir arı, hiçbir sinek, başının ağrıdığını veya midesinin bulandığını bize söyleyememiştir. Fakat bu cinsten bir ızdırabın gözü, başı, ağzı olan bir mahluka yabancı olabileceğini sanmak ne merhametsizliktir. Rüzgârlı, karanlık gecede, bahçenin ağaçları, vahşi gürültülerle hışırdıyor; bu ağaçlardan niceleri kırılan bir dalın yarasıyla kanıyor, niceleri gizli bir böceğin zehriyle için için ölüyor, niceleri can çekişmekte, niceleri anlaşılmaz acıların kıskacına yakalanmış, kıvranmaktadır. Fakat bunu hiç kimse bilmiyor çünkü rüzgârlı, karanlık gecede hepsi aynı gürültü ile sallanıp hışırdıyor. Çöllerin serbest bir ağacı iken irsî bir terbiye ile yavaş yavaş ateş kenarında yaşamaya mahkûm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi çiçeksiz, meyvesiz, aşksız ağacın her dokusu, duyulmak için ağız ve sesten başka bir şey istemeyen bin karanlık feryat ile dolu olduğunu pek muhtemel gördüm.

      Dar saksıya gömülen kısa kütükten, çelik süngüler gibi fışkıran yapraklar, korkunç bir ızdırap ile gerilmiş büyük bir elin bana doğru uzanan sert parmakları gibi göründü ve demir kafes arkasında yatan hasta aslanın sıtmalı, büyük, sarı gözlerini andıran nebati gözlerle, mahpus ağacın bana bakmakta olduğunu, tüylerim ürpererek düşündüm.

      YENİ SANATKÂR

      Bütün yeni fikirlerin doğduğu memleket Fransa olduğu hâlde, ne gariptir ki yenilikten en fazla çekinen, ananelerine en çok bağlı ve en az kımıldanmayı seven memleket yine Fransa’dır. Asalet ocaklarını, insan kanının selleriyle söndürmüş olan Fransa’da, bugün, mesela On Dördüncü Louis’nin8 oturağı mezada çıkarılsa onu elde edebilmek için Fransız milleti birbirine geçebilir.

      İşte bu kaplumbağalar memleketinde bile sanatkârı, tanılmayacak kadar değişmiş buldum. Cartier Latin ve Montparnasse’ın batan eski kahvelerini dolaştım; o kirli, mağrur, terbiyesiz ve parazit insana hiçbir yerde rastlamak kabil olmadı. Havası tamamen değişmiş olan bu kahvelerde “sanatkâr”, vahşi saçlı, hayat dolu ve sıhhatli bir genç hâlinde, kırmızı dudaklı, yarı çıplak kadına sarılmış, delice bir dans içinde dönüyor.

      Evet, Fransa’da bile sanatkâr, artık adi bir yazar, kokmuş bir fikir adamı, bir mısracı veya bir nakkaş değildir. Geçmişe saygılı, kaideye itaatli, dünyaya dâhi bir Hugo’nun9 gelmiş olduğunu