hayvan susuzluktan ölüyor.” dedi Dick.
Kısa süre sonra anlaşıldı ki köpek sadece kendi derdinde değildi. Kayığı birkaç metre daha yakına, kaptanın Waldeck’in yanında durabileceği en müsait noktaya doğru aldıklarında hayvan, Dick’i ceketinden çekti ve âdeta bir insanmışçasına inlemeye başladı. Kayığın bir daha enkaza geri dönmeyeceğine dair bir endişe taşıdığını gösteriyordu bu. Köpeğin anlatmaya çalıştığını yanlış anlamak mümkün değildi. Bunun üzerine kayığı geminin sol tarafına aldılar ve köpeği dikkatlice Waldeck’e saldılar. Biraz zorlanarak Kaptan Hull ve Dick geminin ambarına ulaştı. Ambarın yarıya yakını suyla dolmuştu ve içinde yük namına hiçbir şey yoktu. Sadece gemiyi yan tutan çakıl taşları vardı.
Üstünkörü bir bakış, gemide ganimet namına bir şey bulunmadığına da kaptanın ikna olmasına yetmişti.
“Burada bir şey yok, burada kimse yok.” dedi kaptan.
Ambarın ön kısmına doğru yürüyen miço “Evet görüyorum.” diye cevap verdi.
Kaptanın “O zaman tekrar yukarıya çıkıyoruz.” demesiyle merdivenden çıkmaya başladılar. Güverteye çıktıkları sırada köpek yeniden havlamaya başladı ve onları geminin kıç kısmına yönlendirmeye çalıştı.
Köpeğin artık arsızlığa varan ısrarına teslim olan ikili, geminin kıç kısmına doğru ilerledi. İşte burada, gökyüzünün getirdiği loş ışıkta hareketsiz ve cansız yatan beş kişiyi gördü kaptan.
Dick, her birini tek tek inceledi ve hâlâ nefes almaya devam ettiklerini söyledi. Bunun üzerine kaptan iki denizciyi yardıma çağırdı ve bilincini yitirmiş beş zenci güçlükle de olsa kayığa taşındı.
Bu duruma memnun olan köpek onları takip etti.
Kayık mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Pilgrim’e döndü ve halatların sarkıtılmasıyla birlikte adamlar güverteye taşındı.
“Zavallıcıklar…” dedi Bayan Weldon cansız duran adamlara bakarken.
“Ama onlar ölmedi!” diye haykırdı Dick. “Onlar ölü değil, onları kurtarmalıyız.”
“Peki bu adamlara ne olmuş?” diye sordu şaşkınlıkla bakan Kuzen Benedict.
“Yakında öğreniriz.” dedi kaptan gülümseyerek. “Ama önce onlara içine birkaç damla rom katıp su vermemiz lazım.” Kuzen Benedict de gülümsedi.
Kaptan, “Negoro!” diye bağırdı. O ana kadar oldukça sakin duran köpek öfkeli bir şekilde hırıldamaya başladı. Dişlerini gösteriyordu ve öyle bir hâle bürünmüştü ki âdeta hiddetlenmişti.
“Negoro!” diye tekrar bağırdı kaptan. Bunun üzerine köpek daha da hiddetlenmeye başladı.
İkinci seslenişten sonra Negoro mutfağından yavaşça çıktı. Güvertede görünür görünmez köpek ona doğru koştu. Eğer Negoro yanında getirdiği demir parçasıyla hayvanı engellemeseydi muhakkak ki boğazına yapışacaktı. Tayfa öfkeli hayvanı zapt etti ve ciddi bir yaralanmanın önüne geçilmiş oldu.
“Bu köpeği tanıyor musun?” diye sordu kaptan.
“Nereden tanıyacağım… Ben bu hayvanı hayatımda hiç görmedim.”
“Çok tuhaf…” diye mırıldandı Dick. “Burada ilginç bir şeyler oluyor. Neyse yakında anlarız.”
4
WALDECK KAZAZEDELERİ
Fransız ve İngiliz gemilerinin dikkatli takibine rağmen köle ticareti ekvatoral Afrika’da hâlâ yaygındı. Gemiler, köleleri Angola ve Mozambik kıyılarından alıp dünyanın -medeni bölgeler de dâhil olmak üzere- her tarafına taşıyorlardı.
Kaptan Hull bu durumun fazlasıyla farkındaydı ve her ne kadar hâlihazırda köle tüccarlarının nadiren bulunduğu bir enlemde olsalar da kurtardığı bu zencilerin Pasifik’teki kolonilerden birine doğru yol alan bir köle gemisinde olduklarını düşündü. Eğer durum böyleyse en azından onlara Pilgrim gemisine bindikleri an itibarıyla özgürlüklerini geri kazandıklarını söyleme zevkini tadacaktı.
Bu düşünceler kaptanın zihninden geçedursun Bayan Weldon kendisine eşlik eden dadı ve fazlasıyla çevik Dick’in de yardımıyla talihsiz kazazedelerin kendilerine gelmeleri için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Mahrum kaldıkları içme suyu ve birazcık yiyecek, onları yavaş yavaş canlandırıyordu. Nihayet kendilerine geldiklerinde içlerindeki en yaşlı kişi olan altmışlık bir adam sorulan bütün soruları düzgün bir İngilizceyle cevaplamaya başladı. Kaptan Hull’un, köle olup olmadıkları sorusuna ise büyük bir gururla Amerika’nın Pennsylvania eyaletinde yaşayan özgür vatandaşlar oldukları cevabını verdi.
“O zaman sizi temin ederim ki dostum…” dedi kaptan, “Pilgrim yelkenlisine binerek özgürlüğünüzden hiçbir şekilde feragat etmediniz.”
Yaşlı adama bu grubun lideri gözüyle bakıldı; bu sadece yaşından ve tecrübesinden dolayı değildi; aynı zamanda öne çıkan özellikleri ve enerjisi de bunda etkendi. Kaptan Hull’un duymak istediği bütün bilgileri verdi ve maceralarından bahsetti.
Adının Tom olduğunu söyleyen yaşlı adam henüz altı yaşında bir çocukken Afrika’dan getirilip Amerika Birleşik Devletleri’ne köle olarak satıldığını fakat Özgürlük Yasası ile birlikte hürriyetini kazandığını anlattı. Yaşları yirmi beş ile otuz arasında değişen genç yol arkadaşlarının ise anne babaları özgürlüklerini kendileri doğmadan kazandıklarından hür doğduklarını söyledi. Tom, hiçbir beyaz adamın üzerlerinde sahiplik iddiasında bulunmadığını da sözlerine ekledi. Yanındakilerden biri kendi oğluydu ve adı Bat’ti (Bartholomew kısaltılmışı). Diğer üç kişinin adlarıysa Austin, Acteon ve Herkül’dü. Kuvvetli bir yapıya sahip bu ırkın kaslı ve yapılı mensupları olan bu adamların köle pazarındaki ederleri çok yüksekti. Üstelik yakın zamanda yaşadıkları talihsizlikten dolayı bitap düşmüş olsalar da kaslı ve biçimli vücutları sağlıklı olduklarına işaret ediyordu. Davranışlarından, Kuzey Amerika’da verilen sıkı eğitimden istifade ettikleri görülüyordu ve konuşma biçimleri zenci aksanına benzemiyordu.
Bu beş kişi üç yıl önce Güney Avustralya’nın Melbourne şehri civarlarında geniş mülkleri bulunan bir İngiliz tarafından işe alınmıştı yaşlı Tom’un anlattığına göre. Burada çok para kazanmışlar, anlaşmalarının bitmesiyle beraber ABD’ye dönmeyi kararlaştırmışlar; 5 Ocak’ta biletlerini almış ve Melbourne’de Waldeck’e ayak basmışlardı. İlk on yedi gün boyunca her şey iyi gidiyordu. Ancak çok karanlık olan 22 Ocak gecesinde büyük bir buharlı gemi kendilerine çarpmıştı. Şiddetli çarpışmanın şokuyla birlikte uykularından uyanıp güverteye koştuklarında korkunç bir manzarayla karşılaşmışlardı. Yelkenli tamamen su altında kalmasa da direkleri kopmuş ve tamamen yan yatmıştı. Kaptan ve tayfa ise sırra kadem basmıştı. Bir kısmı muhtemelen denize savrulmuştu, diğer bir kısmıysa kendilerine çarpan gemiye tutunup kurtulmayı başarmıştı. Tom ve arkadaşları, âdeta felç geçirmişçesine donakalmışlardı bir süre. Sonra anlamışlardı ki yarı batmış, işe yaramaz bir deniz aracının içinde, en yakın kara parçasından iki yüz kilometre kadar uzakta tek başlarınaydılar. Bir kaptanın kendi hatası yüzünden kaza geçiren gemisini terk etme barbarlığını işiten Bayan Weldon tepkisini yüksek sesle ifade etti. Yolda kaza geçiren bir aracın sürücüsünün yardım geleceği düşüncesiyle çarptığı aracı öylece bırakıp yoluna devam etmesi çok kötü bir şeydi. Fakat bir kaptanın kendi beceriksizliğinin kurbanı olan yardıma muhtaç kazazedeleri açık denizlerde bırakıp kaçması utanç