Pierre Loti

İzlanda Balıkçısı


Скачать книгу

gün doğmuştu, sonsuzluğa varan bir aydınlık önlerinde uzanıyordu.

      Fakat bu ışık öyle solgun, öyle gri bir ışıktı ki hiçbir şeye benzemiyordu. Etraflarında uzanan derin bir boşluk vardı. Geminin tahtaları hariç her şey düş izlenimi veriyordu, sanki ellerini uzatsalar tutacakları bir şey yokmuş gibi…

      Gözleri denizi zar zor seçebiliyordu. Önce önü boş bir aynayı anımsatırken ardından buhardan bir vadiye dönüşüyordu. Ne ufuk ne de ötesi, hiçbir şey görünmüyordu.

      Rutubetli havanın serinliği, içlerine ayazdan daha yoğun ve daha çok işliyordu. Her solumalarında yoğun bir tuz tadı alıyorlardı. Her şey fazlaca sakindi, artık yağmur dinmiş üstlerinde bulunan biçimsiz bulutlar sanki gizlenmiş bir ışıkla dolu gibiydi. Gece olmasına ve etraftaki tüm bu solgunluğa rağmen her şey net olarak görülüyordu artık.

      Güvertede bulunan üç adam da çocukluklarından beri hayatlarını denizin üzerinde geçirmiş, tüm bu normal insanların görmekte zorlanacağı imgeleri görür hâle gelmişti. Dar, ahşap evlerinin çevresinde yer alan bu sonsuzluğun değişken oyunlarına alışmışlardı, tıpkı yıllarını denizlerde geçirmiş bir kuş gibi.

      Gemi sakince, uykulu bir ananın çocuğuna söylediği ninni misali yavaş bir ritimle sallanıyordu denizin üzerinde. Yann ve Sylvestre hemen oltalarını ve iğnelerini hazırlamışlardı. Diğer adam da arkalarında bıçağını bilerken bir kova tuz açıp hazırda beklemek ister gibi arkalarına oturuvermişti.

      Bu süreç çok da uzamadı. Sakin ve soğuk suyla oltaları birleşir birleşmez çelik gibi parlayan, iri balıklar yakaladılar.

      Oltalarına durmadan yeni morinalar takılıyordu. Hızlıca ve sessizce sürdürdükleri bu balık avı aralıksız devam ediyordu. Arkalarındaki adam yakalanan balıkların karnını deşiyor, tuzluyor ve düzleştiriyordu. Saydığı her bir balık dönüşte keselerini dolduracaktı, adam da hepsini üst üste diziyordu.

      Saatler aynı süratle ve işlerine odaklanarak geçti, gün iyice aydınlanıyordu. Uzak kuzey için yaz akşamı sayılabilecek bu görüntünün, bu renksiz ışıltıların yerini gece henüz çökmemişken denizin tüm aynalarından yansıyan ve arkasında pembemsi izler bırakan bir seher alıyordu.

      “Kesinlikle evlenmen gerekir.” dedi Sylvestre birdenbire, önceki söyleyişinden çok daha ciddiydi bu tavrı. Yüzünü sudan bir an olsun çekmemişti.

      “Ben, evet! Elbette bir gün ben de evleneceğim.” dedi tüm kibri ve hayat dolu gözleriyle Yann. “Ama bizim oradan biriyle değil. Ben denizle evleneceğim. Madem hepiniz buradasınız şimdiden hepiniz düğünüme davetlisiniz!”

      Avlanmaya devam ettiler, daha fazla da sohbetle vakit kaybetmediler. İki gündür aralıksız yol alan bir balık sürüsünün ortasındaydılar şimdi.

      Son gün içerisinde hiçbiri uyumamış buna rağmen otuz saatte oldukça iri, binden fazla morina yakalamayı başarmışlardı ta ki kolları yorgunluktan kalkmaz hâle gelene kadar…

      Bedenleri avlanma işini kendiliğinden sürdürürken, zihinleri de arada dinlenmek için küçük şekerlemeler yapıyordu. Ne var ki, soludukları açık denizin insanı dirilten havası, öylesine canlandırıcıydı ki tüm yorgunluklarına rağmen ciğerlerindeki ferahlık ve yanaklarındaki tazelik hissi kaybolmuyordu.

      Gerçekten sabahın geldiğini haber veren, sabahın ışıkları nihayet parladı. Tıpkı herkesin bildiği yaratılış öyküsündeki gibi, ufukta yığınlar hâlinde duran karanlığın arasından kendilerine yer açtılar. Dün geceki ışığın bir düşün habercisi olduğu çok belliydi artık.

      Kapalı ve basık gökyüzünde, bir kubbenin tepesindeki delikler gibi delikler vardı, bunların arasında pembemsi ışık süzülüyordu.

      Daha alçakta yer alan bulutlar gölge dizeleri oluşturarak, suları sarıyor, kendilerinden kalan hoş bir hava yaratıyordu. Kapalı bir alan misali, sınıra benziyorlardı. Sonsuzluktan dünyamıza çekilmiş bir perde, insanların hayal gücünü zorlayan bir yelken gibi.

      O sabah, Yann ve Slyvestre’ı taşıyan yan yana tahta levhaların dizildiği bu alanın çevresinde değişen dünya, eski zaman tapınakları gibi ışık süzmelerinin suya yansıyışında bile sanki bir saygı duruşu vardı. Sonraları, uzaklardan yavaş yavaş başka bir düşün aydınlanışı görüldü. Karanlıklarla kaplı İzlanda’nın varlığını belirten pembe bir çıkıntı…

      Yann’ın denizle düğünü! Sylvestre hiçbir şey demeden avlanmasını sürdürürken aklından sürekli bu düşünce geçiyordu. Ağabeyinin kutsal evlilik bağını bir dalga konusuna çevirmesinden dolayı kederliydi, üstelik durumdan dolayı da korkmuştu. Batıl inançları sağ olsun.

      Yann’ın evleneceği günün hayalini uzun zamandır kuruyordu. Paimpollü sarışın Gaud Mevel ile evlenecekti ve kendisi de kalbini sıkıştıran, beş yıllık kaçınılmaz sürgüne gitmeden önce bu ana şahit olabilecekti.

      Sabahın dördüydü. Aşağıda yatmakta olanlar güvertedekilerden görevi devralmak için geldiler. Hâlâ biraz uykulu görünüyorlardı. Bir yandan yukarı çıkmak için çabalarken bir yandan da botlarını giymeye çabalıyorlardı. Güneşin ilk ışıkları gözlerine vurunca, kamaşan gözlerini istemsizce kapattılar.

      O sırada Yann ve Sylvestre tokmakla kırdıktan sonra bile, bu kadar sert oldukları için sesli sesli çiğnemek zorunda kaldıkları kurabiyelerle kahvaltılarını yaptılar. Aşağıya inip de sıcak yatağa kavuşma fikri iyice neşelerini yerine getirmişti. Birbirlerinin beline sarılarak ve eski bir şarkıyı mırıldanarak sallana sallana kapıya doğru gittiler.

      Fakat delikten kaybolmadan hemen önce, iri patili Newfoundland cinsi yavru, sakar köpek Turc oynamak için onları durdurdu. Onlar köpeğin karnını kaşır ve elleriyle tüylerini severken, köpek bir kurt misali onları ısırmaya çalışmış, sonunda da canlarını yakmıştı. Bununla birlikte Yann, anlık bir öfkeyle köpeği yüzü yere gelecek şekilde yere yapıştırdı ve ayağıyla sertçe iteledi. Köpek acıdan bağırdı.

      Yann’ın kalbi temiz olduğu kadar bedeninde yer alan vahşet sıradan bir sevgi gösterisini bile bir korku anına çevirebiliyordu.

      II

      İZLANDALILAR

      Gemilerinin adı Marie, kaptanlarının adı ise Guermeur’du. Her yıl, gecesiz yazların yaşandığı bu soğuk ve ıssızlığa doğru yola çıkarlardı.

      Gemi, duvarlarında asılı Meryem Ana tablosu kadar eskiydi. Kalın ana gövdesi bile pütür pütürdü. Nemle, denizin tuzuyla ve salamurayla bolca lekelenmiş olmasına rağmen hâlâ sert ve güçlüydü, insanı dirilten kokusunu yaymaya devam ediyordu. Hareket etmediğinde geminin som balıktan oldukça ağır bir kokusu vardı ama rüzgâr başladı mı martılar gibi canlı bir hafiflikle doluyordu. Modern işçilikle işlenmiş gemi, dalgalara ayak uyduruyor. Onlarla yükselip alçalıyordu.

      Altı adam ve aralarında yer alan bir miço da İzlandalıydı.

      Fransa’nın yazını neredeyse hiç yaşamamışlardı.

      Her kış sonu Paimpol limanından diğer denizcilerle birlikte hareket etmeden önce, analarının hayır dualarını alıyorlardı. Bu bayram gününde de daima bir öncekini anımsatan mihrap, bol kayalıklı bir mağara gibi ve koruyucuları Meryem Ana, kiliseden onlar için dışarı çıkartılırdı.

      Yaşama dair iz olmayan gözleriyle, nesillere, mutlu bir mevsim geçirip evlerine dönecek kadar talihli olanlara ve bir daha geri dönmeyecek olanlara bakar; çapa, kürek ve ağ karmalarının ortasında tatlıca gözüken bir kayıtsızlıkla dururdu.

      Kadınlar