sağ salim gelebilmişlerdi. Adını taşıyan gemiyi Denizlerin Meryem Ana’sı korumuştu.
Ağustos sonu ise dönüşlerin zamanıydı. Marie de pek çok İzlandalının yerine getirdiği âdet olan önce Paimpol’e uğrama geleneğini gerçekleştiriyordu. Oradan hemen, avladıklarını satabilecekleri Gaskonya Körfezi’ne iniyor ve tuzlası bulunan kumsal adalara gidip bir sonraki avlar için tuz tedarik ediyorlardı.
Güneşin sıcaklığının hâlâ hissedildiği güney limanına vardıklarında, yazdan kalma ılık havadan, topraktan ve kadınlardan başları dönen mürettebat birkaç günlüğüne çevreye dağılırdı.
Ardından sonbaharda inen sisle birlikte bir Goelo ülkesinin her yanına dağılmış saman kulübelerine, yuvalarına, kısa bir süreliğine de olsa aile, aşk, evlilik, doğum mevzuları ile ilgilenilmek için geri, eve dönülüyordu.
Neredeyse daima karşılarına, geçen kış gebe kalan veya vaftiz olmak için babalarını bekleyen bebekler çıkıyordu. İzlanda’nın yuttuğu balıkçı soyuna yenileri gerekiyordu.
III
EVDEKİ KADINLAR
Paimpol’de o senenin güzel bir akşamüstü, haziranda bir pazar günü, mektuplarına son derece dikkat kesilmiş iki kadın vardı.
Kadınların yazma işi, ardına kadar açılmış camlar ve onların önüne sıralanmış çiçek saksıları önünde gerçekleşiyordu.
Masanın üzerinde görünen kadınların ikisinin de eğitimi iyi gibi duruyordu. Anlaşılan gençlerdi, birinin başlığının modeli eski moda ve kocamandı. Diğerininki ise Paimpol kızlarının kullandığı gibi küçücüktü. Uzaktan bakıldığında İzlandalı erkeklere aşk sözcükleri sıralayan iki genç kız gibi duruyorlardı.
Mektubu yazdıran, hani şu büyük başlıklı olan, düşünmek için başını kaldırdı. Nasıl? Arkadan bakıldığında kahverengi şalının altında gencecik gözüken bu kadın aslında oldukça yaşlıydı. Bayağı bir ihtiyardı. Hatta en az yetmişli yaşlarında olmalıydı. Buna rağmen bazı ihtiyarların muhafaza etmeyi başardığı pembe yanakları hâlâ dinç gözüküyordu. Alın ve tepe kısmı çok inik olan başlığı, müslinden yapılmıştı. Birbirinden kaçmak ister gibi görünen, alnına ve ensesine düşen birkaç külahtan oluşuyordu. Saygın ve inançlı bir ifadesi vardı, gözlerinden dürüstlük okunuyordu. Bir tane bile dişi kalmamıştı. Her güldüğünde onu biraz daha genç kıza benzeten yuvarlak diş etleri görünüyordu. Kendi deyimiyle “toynak burnu” gibi duran çenesine rağmen duruşu yıllara meydan okuyordu. Kilisedeki azizeler gibi tertemiz olduğu fark ediliyordu.
Torununu eğlendirmek için daha neler yapabileceğini düşünerek pencereden dışarı baktı.
Gerçekten de şu an tüm Paimpol’de onun kadar gülünç şeyler anlatabilecek tek bir kişi daha yoktu. Mektuba oldukça komik üç, dört tane hikâyeyi sıralamıştı bile. Fakat hikayelerinin hiçbir yerinde kötülükten eser yoktu çünkü kadının içinde bir gram bile kötülük yer almıyordu.
Artık yaşlı kadının aklına bir şey gelmediğini gören küçük başlıklı kız mektubun üzerine adresi yazmaya koyuldu.
Mösyö Moan Sylvestre, Marie Gemisi, Kaptan Guermeur; Reykjavik’ten İzlanda Denizi’ne…
Daha sonrasına sorusunu sormak için başını kaldırdı.
“Bitti mi, Büyükanne Moan?”
Soruyu soran oldukça genç, her erkeğin tapacağı kadar güzel bir kızdı. Herkesin kumral olduğu bu yörede kirpikleri simsiyah, saçları ise çok açık sarıydı. Saçları kadar sarı olan kaşları da ona güçlü bir hava katıyordu. Kızıl bir çizgi üzerine yeniden çizilmiş gibiydiler. Yunanlıların yüzlerindeki gibi alın çizgisini mükemmel tamamlayan burnuyla küçük profili oldukça asil duruyordu. Alt dudağının hemen altındaki çukur, dudaklarının kenarlarını zarif bir şekilde belirginleştiriyordu. Bazen bir şey kafasına takılmışsa bembeyaz dişleri alt dudağını ısırıyor, bu da porselen gibi olan cildinin kızarmasına yol açıyordu. Tüm bu naif görüntüsünün altında kendinden emin, atalarının soyundan geldiğini belli eden İzlandalı denizcilere ait gururlu ve ağırbaşlı bir ifadesi de vardı. Gözlerinde hem inatçılık hem uyum aynı anda yer alıyordu.
Alnının aşağısına doğru inen başlığı kavkı şeklindeydi neredeyse bir saç bandı kadar sıkıydı. Başlığı, kulaklarının üzerine sarılmış iri örgülerinin görülmesini sağlamak ister gibi iki yana kıvrılıyordu.
“Büyükanne!” diye seslenmesine rağmen uzaktan bir akrabası olan bu yaşlı kadıncağızın başından neler geçtiğini görüyor, kendisinden farklı yöntemlerle yetiştirildiğini hissediyordu.
Kurnaz, denizden çevirdiği riskli işlerle zengin olan Mösyö Mevel’in kızıydı. Bu mektubun da yazıldığı, kenarları dantelli perdeleri, şehrin yeni modasına uygun yatağı ve mermerin görüntüsünü yumuşatan açık renk duvar kağıtlarının serili olduğu bu oda ona aitti. Tepelerinde evin eskiliğini anlatan kirişler de kireçle boyanmıştı. Dışarıdan bakıldığında durumu gayet yerinde bir burjuva ailesinin eviydi burası, camdan bakıldığında Paimpol pazarının yapıldığı gri, büyük açık alan da görülüyordu.
“Bitti mi Büyükanne Yvonne, ekleyecek bir şeyiniz var mı?” diye sordu.
“Hayır kızım, tarafımdan ‘Gaos’un oğluna selam olsun.’ şeklinde de not düş lütfen.”
Gaos’un oğlu… Diğer adıyla Yann… Bu ismi gururla kaleme alırken utancından kırmızılara bürünmüştü genç kız.
Kıvrımlı el yazısıyla son eklemesini yapar yapmaz, sanki meydanda çok ilginç bir şeyler dönüyormuş gibi kafasını cama çevirip ayağa kalktı.
Ayaktayken daha uzun görünüyordu, böyle durunca da katlanmayan korsesinin üzerinden belinin zarif kadınlara özgü kıvrımı okunuyordu. Başlığına rağmen, hoş bir hanımefendiye benziyordu. Daha önce hiç ağır bir işle uğraşmadığını belli eden elleri, herkesin güzellik anlayışına uymasalar da küçücük ve beyazdı.
Onun hayatı, babasının balık seferleri için İzlanda’da olduğu zamanlarda, annesi olmadan, terk edilmiş gibi duran, şirin, pembe, saçları darmadağın, isteği gözlerinden okunan, inatçı, Manş Denizi’nin çetin rüzgârlarıyla karşılaşmış, güçlü bir kız çocuğu olarak çıplak ayaklarıyla serin sularda koşturan bir Gaud kızı olarak başlamıştı. O zaman Paimpol’de gündelikçi olarak çalışan Büyükanne Moan ona sahip çıkmıştı. Bakması için de Sylvestre’ı ona emanet etmişti.
Ondan sadece on sekiz ay büyük olmasına rağmen kendisine emanet edilen küçük çocuğa -ki ikisi her anlamda tamamen birbirlerine zıtlardı- karşı anne şefkati hissediyordu.
Hayata nasıl bir başlangıç yaptığını, zenginlik ve şehir hayatına kapılmadan önceki o kızı anımsıyordu. Yalıların daha büyük, kumsalların daha sakin olduğu belirsiz ve gizemli dönemleri de hatırlıyor; her şey zihninde yabanlığın özgürlük düşü gibi canlanıyordu…
Henüz çok küçükken hatta belki beş, altı yaşlarındayken, gemi mallarını alıp satarak zenginleşen babası tarafından, önce Saint-Brieuc’e ardından Paris’e götürülmüştü.
O da evlerinin küçük Gaud kızından, yetişkin, ağırbaşlı, ciddi Matmazel Marguerite’e dönüşmüştü. Bretagne kumsallarındaki yalnızlıklardan farklı olsa da az çok kendi başının çaresine bakan biri olmuştu. Bununla birlikte çocuksu inatçılığını da korumuştu. Öğrendiklerini hayat ona kendiliğinden sunmuştu, o da hayatının başından beri onunla olan