Bu, Mösyö de Boville’in aşağı yukarı beş yıl önce yüzde dört buçuktan şirketimize yaptığı bir yatırımdır. Bunun yarısının vadesi bu ayın on beşinde, öbür yarısının vadesi de gelecek ayın on beşindedir.”
“Tamam. Şunlar da bu ayın sonunda vadesi gelecek olan başka senetler ki tutarı otuz iki bin beş yüz franktır.”
Mösyö Morrel, hayatında ilk defa olmak üzere, kendi imzasına bakıp -belki de karşılayamayacağı düşüncesinden doğan bir utançla- kızararak “Onları da kabul ediyorum.” dedi. “Hepsi bu kadar mı?”
“Hayır. Vadeleri gelecek ayın sonunda gelecek olan şu senetler de var elimizde. Bunların da tutarı elli beş bin frank. Toplam olarak elimizde iki yüz seksen yedi bin beş yüz franklık senet var.”
Bu rakamlar söylenirken Mösyö Morrel’in ızdırabını tarif etmek mümkün değildi. Elinde olmadan tekrarladı: “İki yüz seksen yedi bin beş yüz frank.”
“Evet.”
İngiliz, kısa bir duraksamadan sonra konuşmaya devam etti: “Sizden saklamayacağım Mösyö Morrel; fevkalade dürüst bir insan olarak şöhretinize rağmen, Marsilya’da, borçlarınızı karşılayacak durumda olmadığınız hakkında söylentiler dolaşıyor.”
Bu azap verici samimiyet karşısında Morrel belli olacak şekilde sarardı.
“Bu müessese bana babamdan kaldı. Otuz beş sene o işletmişti. Bütün bu otuz beş sene içinde Morrel ve Oğlu imzasını taşıyan hiçbir senet karşılıksız kalmadı.”
“Bunu biliyorum. Biz şerefli iki insanız. Bana bütün samimiyetinizle söyleyin bu senetleri de aynı şekilde ödeyebilecek misiniz?”
“Mademki bu kadar açık kalplilikle sordunuz ben de size aynı açık kalblilikle cevap vereyim: Eğer ümit ettiğim gibi gemim kazasız belasız gelirse ödeyeceğim çünkü, bugüne kadar başıma gelen talihsizliklerle sarsılan kredimi bu gemi düzeltecektir fakat son ümidim olan Firavun gelmezse üzülerek söylemek zorundayım ki borçlarımı ödemeyi daha geç bir tarihe bırakmak mecburiyetinde kalacağım.”
“Buraya gelirken bir geminin limana girmek üzere olduğunu gördüm.”
“Biliyorum. O da Hindistan’dan geliyor fakat benimki değil.”
Sonra yumuşak bir sesle ilave etti: “Bu gecikme doğal değil. Firavun, Kalküta’dan şubatın beşinde hareket etti. Bir ay önce burada olmalıydı.”
Bir sese dikkatle kulak veren İngiliz, “Bu nedir acaba?” dedi. “Bu gürültü ne?”
Morrel, “Tanrı’m!” diye inledi. “Yine ne oldu?”
Merdivende telaşlı ayak sesleri vardı. İki erkek sesi bir de ümitsizlik ifade eden bir feryat duydular. Morrel kapıya gitmek için ayağa kalktı fakat dizleri büküldü ve tekrar koltuğuna çöktü. O sırada gürültü kesildi. Fakat Morrel’in bir şey bekler gibi bir hâli vardı.
Dış kapının kilidinde dönen bir anahtar sesi duyuldu.
Morrel, “Yalnız Julie ve Coclés’de bu kapının anahtarları vardır.” dedi.
O sırada iç kapı da açıldı ve yanakları gözyaşından sırılsıklam olmuş bir hâlde Morrel’in kızı içeri girdi. Genç kız kendisini babasının kollarına atarak “Baba, babacığım cesaret!” diye inledi.
Morrel kısık bir sesle “Firavun battı, değil mi kızım?” diye sordu.
Kız cevap vermedi fakat babasının göğsüne yapıştırdığı başını salladı.
Morrel, “Ya mürettebat?” diye sordu.
“Şimdi limana giren gemi hepsini kurtarmış.”
Morrel şükranla gözlerini kaldırdı. “Çok şükür sana Tanrı’m!” dedi. “Hiç olmazsa benden başka kimseye zarar vermedin.”
O sırada, peşinde Emmanuel olduğu hâlde ağlayarak Madam Morrel içeri girdi. Onların gerisinde, bekleme odasında yarı çıplak durumda yedi sekiz tane gemici vardı. Gemicileri gören İngiliz şaşkınlıkla onlara doğru bir adım attı. Sonra kendini toplayarak odanın en uzak köşesine çekildi.
Morrel, “Nasıl oldu bu felaket?” diye sordu.
Emmanuel, “Gel içeri Penelon.” dedi. “Anlat bize her şeyi.”
Ellerinde buruşuk bir şapka olan, güneş yanığı, yaşlı bir gemici içeri girdi. Sanki Marsilya’dan bir gün önce ayrılmış gibi “Günaydın Mösyö Morrel.” dedi.
Gemi sahibi, gözlerindeki yaşlara rağmen gülümseyerek “Günaydın dostum.” dedi. “Kaptan nerede?”
“Kaptan hasta Mösyö Morrel; Palma’da kaldı ama Tanrı isterse bir iki güne kadar benim gibi sapasağlam burada olur.”
“İyi… Şimdi bana olanları anlat Penelon.”
Penelon ağzındaki tütün lokmasını sağ avurdundan sola aktardı. Eliyle ağzını sildi. Başını geri çevirip tütün suyunu aralığa tükürdü. Öne doğru bir adım atarak anlatmaya başladı:
“Efendim… Cape Blanc ile Cape Boyador arasında, tatlı bir güney-güneybatı rüzgârı ile seyrediyorduk ki Kaptan Gaumard yanıma geldi -söylemeyi unuttum ben dümendeydim o sırada- ve ‘Penelon…’ dedi. ‘Ufkun şurasından üstümüze doğru gelen bulutlara ne dersin?’ dedi. ‘Ne düşündüğümü söyleyeyim sana kaptan… Bu bulutlar lüzumundan hızlı geliyorlar. Ve bu bulutları ben hiç beğenmiyorum kaptan.’ dedim. Kaptan, ‘Haklısın Penelon.’ dedi. ‘Bir fırtına geliyor.’ dedi. ‘Fırtına mı?’ dedim. ‘Ne fırtınası kaptan, düpedüz berbat bir kasırga değilse bu, ellerimi keserim!’ Rüzgâr, toz bulutu gibi kalkmış öyle geliyordu üstümüze. Uzatmayayım, on iki saat kasırga ile cebelleştikten sonra tekne su almaya başladı. Kaptan ‘Penelon galiba batıyoruz.’ dedi. ‘Dümeni ben alıyorum, sen git ambara bak.’ Ambara indim, bir de ne göreyim? Doksan santim su var. ‘Pompalar! Pompaları getirin!’ diye bağırarak güverteye fırladım. Geç kalmıştık ama çalışmaya başladık. Sanki ne kadar su pompalarsak o kadar su içeri giriyordu. Dört saat uğraştıktan sonra ‘Bu gemi nasıl olsa batacak, bari bırakalım da rahat rahat batsın!’ dedim fakat kaptan ‘Sen başkalarına böyle mi örnek oluyorsun Penelon?’ dedi. Kamarasından bir çift tabanca alarak geldi. ‘Pompayı bırakanın beynini dağıtırım!’ dedi. Durum böyle olunca herkes kahraman kesildi tabii. O ara rüzgâr da biraz dinmişti. Fakat su hâlâ yükseliyordu. Yükseliyordu ama çok değil, saatte beş santim kadar. Saatte beş santim bir şey değilmiş gibi geliyor insana ama on iki saatte altmış santim eder. Eee doksan santim de zaten var. Etti mi sana bir buçuk metre. Bir teknede de bir buçuk metre su olunca çekiver kuyruğunu artık. Kaptan sonra ‘Bırakan pompaları!’ dedi. ‘Gemiyi kurtarmak için ne mümkünse yaptık. Şimdi kendimizi kurtaralım. Hemen kurtarma kayıklarına!’ dedi. Biz Firavun’u seviyorduk Mösyö Morrel ama bir gemici gemisini ne kadar severse sevsin kendi canını daha çok sever. Onun için kaptan ‘Hemen kurtarma kayıklarına!’ dediği zaman karşı koymadık. Nasıl koyardık ki; sanki gemi homurdanıyor; ‘Çabuk olun, gidin gidin!’ diyordu bize. Yalan da söylemiyordu zavallı Firavun, çünkü altımızdaki teknenin sulara gömüldüğünü hissediyorduk. Göz açıp kapayıncaya kadar sekizimiz birden kurtarma kayığına atlayıp suya indik. Biz iner inmez de güverte, devrilen bir ağaç gibi çatırdadı. Önce baş, sonra da kıç taraf suya girdi. Koca gemi, kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi fırıl fırıl dönmeye başladı, sonra kayboldu gitti. Üç gün ağzımıza bir lokma yiyecek, bir damla su koymadan yol aldık ve artık aramızdan kimi yiyeceğimiz hususunda kura çekmeyi konuşuyorduk ki Gironde bizi kurtararak Marsilya’ya getirdi. Size gemicilik şerefim üzerine yemin