Лев Толстой

Kazaklar


Скачать книгу

kılığına bürünmüştü Olenin. Traşlı hafif bir bıyık ve ufaktan bir sakal bırakmıştı. Uykusuz geçen gece âlemlerinin verdiği yorgunluk ve solgunluk kaybolmuştu; yanakları, alnı, boynu, sağlığının adamakıllı yerinde olduğunu gösteren güneş yanığı bir renk almıştı. O tertemiz ve yepyeni siyah frak yerine, geniş pileli, kirli beyaz bir Çerkez bluzu giymiş ve silahlanmıştı. Koladan yeni gelmiş beyaz yaka yerine, şimdi güneşten yanmış boynunu, Çerkez bluzunun kırmızı ipek yakası çevirmişti. Ama bu Çerkez kılığını pek de becerememişti. Görenler, onun bir Kafkas Kazağı değil de bir Rus olduğunu anlardı. Bir bakıma öyleydi ama bir bakıma değil. Bununla birlikte, sağlığı ve neşesi yüzünden fışkırıyor, kendinden hoşnut olduğu görülüyordu.

      Vaniyuşa söze devam etti:

      “İnanmıyor musunuz? Ama bir kerecik de kendiniz gidip bu adamla konuşun bakalım. Geçemezsiniz aralarından, yol vermezler. Onlara tek laf ettirmenin imkânı da yoktur.”

      Vaniyuşa, bunları söylerken elindeki kovayı öfkeyle kapının eşiğine fırlattı.

      “Köyün muhtarını bulup anlatman gerekmez miydi?”

      “Ne bileyim ben?”

      Uşak, bu cevabı hiddetle vermişti. Olenin onu süzdü:

      “Sen neye kızıyorsun bu kadar?”

      “Hepsinin canı cehenneme! Tuu! Allah kahretsin. Başımız dertte bunlarla! Evin büyüğü kim belli değil. Sordun muydu, balığa gitti derler. Evin kocakarısı tam bir cadı! Tanrı, cümlemizi şerrinden koruya! Nasıl yaşayacağız burada! Bunu anlamıyorum. Gerçekten söylüyorum, Tatarlardan da beter bunlar. Bir de kendilerini adam sayıp Hristiyanlıktan dem vuruyorlar. Ne kadar da uzak! Tatar olaydılar keşke. Bin kere iyiydi. ‘Balığa!’ Rica ederim hangi balığa, sorarım size!”

      Uşak, bunu söyledikten sonra, sözü sona erdirmek ister gibi arkasını döndü.

      Olenin, atının üzerinde, işi şakaya vurdu:

      “Ne sandın ya! Kendini Rusya’da, kendi evimizde mi sandın?”

      Vaniyuşa, bu yeni yaşayışın kendisine verdiği titizliği yenmeye çalışarak tevekkülle “Hiç olmazsa ata acıyın efendim.” dedi.

      Olenin, attan inmek üzere eyere el attı:

      “Demek Tatarlar bunlardan daha iyi. Öyle mi Vaniyuşa?”

      “Siz eğlenmek istiyorsunuz!” Öfkesi üzerindeydi. “Eğlenin bakalım!”

      “Sinirlenme İvan Vasiliç.” Gülüyordu. “Biraz sabret. Ben gerekenlerle konuşurum, her iş yoluna girer. Sen üzülme, keyfine bak!”

      Vaniyuşa cevap vermedi. Gözlerini kırpıştırıp başını salladı, güvensiz bir edayla efendisine bakmakla yetindi. Olenin’e bakılırsa Vaniyuşa bir uşaktan başka bir şey değildi. Arkadaş oldukları kendilerine söylenecek olsa ikisi de şaşırırdı buna. Ama onlar ne düşüncede olurlarsa olsunlar, arkadaştılar. Vaniyuşa, on bir yaşındayken, bir evlatlık olarak onların evine kapılandığında Olenin de hemen hemen aynı yaştaydı. Küçük bey on beşine geldiğinde uşağının öğrenimiyle bir süre uğraşıp ona Fransızca okumayı öğretti. Vaniyuşa, bu bilgisiyle böbürlenir ve keyifli olduğu zamanlarda, salak bir gülüşle ağzından ikide bir Fransızca kelimeler kaçırdığı olurdu.

      Olenin, saman örtülü kulübenin merdiven basamaklarını bir sıçrayışta çıkıp kapıyı ittiğinde güzel bir kızla karşılaştı. Kazak kadınlarının ev giyimlerine uygun olarak sırtına pembe bir entari geçirmiş olan bu vahşi dilber hemen kaçtı, duvara dayandı ve kolunun geniş Tatar yeniyle yüzünün gözlerinden aşağısını sakladı. Olenin kapıyı biraz daha ittiğinde kulübenin alaca karanlığı içinde bu genç irisi kızın boyunu posunu, ölçülü endamını fark etti… Ve gençliğin açgözlü bakışıyla o ince Hint kumaşı entarinin içindeki körpe kız vücudunun hatlarını sezmekten geri kalmadı. Kızın siyah güzel gözleri, ürkek bir merak ve çocukça bir korkuyla bakıyorlardı. Olenin “Tamam, aradığım bu olacak!” dedi içinden. Sonra ekleyiverdi: “Hele bir bakalım, daha neler var, kim bilir!” Böyle düşünerek öbür kapıyı açtı.

      Yaşlı bir kadın, elinde süpürge, iki büklüm olmuş, ortalığı süpürmekteydi. Arkası dönüktü. Olenin seslendi:

      “Günaydın… Eve bakmaya geldim…”

      Kadın doğrulmadan ona doğru döndü. Güzelliğini hâlâ koruyan sert bir yüzle ve kaşlarını çatarak delikanlıya yan yan baktı:

      “Ya, öyle mi?.. Benimle eğleniyor musun sen? Alay etmek gerekiyorsa gülmek bana düşer asıl. Buradan cehennem olup gider misin sen?”

      Olenin hep sanırdı ki bağlı bulunduğu kahraman Kafkas ordusu yorucu seferler sırasında her uğradığı yerde canla başla karşılanır. Hele hele silah arkadaşları demek olan Kazaklardan böyle bir davranışı hiç mi hiç beklemiyordu. Buna pek içerledi, ama öfkesine belli etmeyerek evin kirasını vereceğini tatlılıkla anlatmaya çabaladı.

      Kocakarı ise sözü ağzına tıkadı:

      “Sen ne arıyorsun burada? Canın dayak istiyor galiba! Şebek maymunu! Biraz dur da efendi gelsin, sana gösterir yerini. Bir de kalkmış, para vereceğini söylüyor. Senin paranın bize gereği yok! Görülmüş şey mi bu? O pis tütününün kokusu dünyayı tutmuş, ne o para verecekmiş. Canı çıkasıca bu musibet de nereden çıktı başımıza!”

      Hiç ağız açtırmadan çığlığı koparıyordu. Olenin “Vaniyuşa’nın hakkı var!” dedi içinden. “Tatar’dan da betermiş bunlar!” Ve kocakarının azarları arasında kulübeden çıktı. Tam çıkacağı sırada genç kız, yine öyle sırtına yapışan pembe entarisi, ama bu defa gözlerine kadar büründüğü beyaz bir atkıyla gelip yanından geçti. Çıplak ayaklarıyla merdivenleri gıcırdatarak avluya indi, durdu. Delikanlıya bir göz attı. Gülen gözlerinin gizli bir bakışı vardı. Ve evin köşesinden dönüp kayboldu.

      Olenin bu görüntüden daha da çarpıldı. Sağlam yürüyüşü, beyaz atkısının altından çıkan parlak ve ürkek gözleriyle bu yosma dilber onu allak bullak etmişti. İçinden “Aradığım mutlaka budur!” dedi ve artık kafasında, bulacağı konuttan çok genç kızla uğraşarak Vaniyuşa’nın yanına geldi. Vaniyuşa’nın öfkesi yatışmış gibiydi. Bagajlarla uğraşırken “Hepsi böyle!” dedi. “Bu da öbürleri kadar vahşi!”

      Sonra da sesli sesli gülerek ekledi:

      “Tam bir step kısrağı!”

      Akşama doğru balıktan dönen ev sahibi, bu gelenlerin para vereceklerini anlayınca karısını yatıştırdı ve Vaniyuşa’nın tekliflerini kabul etti.

      Bu yeni eve yerleştiler. Ev sahipleri ısıtılan bölüme geçtiler. Ocak-sız, soğuk odayı da üç lira aylıkla gelenlere bıraktılar.

      Karnını doyurdu Olenin, uzandı ve uzun süre uyudu. Uyandığında akşam olmuştu. Kalktı. Elini yüzünü yıkadı, temizlendi. Akşam yemeğini yedi ve bir sigara tellendirerek sokağa bakan pencerenin yanına oturdu. Günün sıcaklığı geçmişti. Küçücük evin oymalı çatısıyla birlikte mavi ve eğik gölgesi, karşıki evin aşağısında kırılıncaya kadar tozlu sokağın üstünde uzanıp gidiyordu. Kulübenin sazlardan yapılmış sivri damı, ömürsüz güneşin son yaldızlarıyla parlamaktaydı. Hava enikonu serinlemişti. Köyün her yanında bir sessizlik vardı. Askerler yerleşmiş, didinmeleri bitmişti. Sürüler henüz gelmemiş ve yerliler işten dönmemişlerdi.

      Olenin’in bir odasını kiraladığı bu kulübe, köyün en ücra bir köşesindeydi. Vakit vakit uzaklardan, Terek Nehri’nin öbür kıyısından ve dolanıp geldiği yaylalardan