İsmail Müştak Mayakon

Yıldız'da Neler Gördüm?


Скачать книгу

ki o zaman Osmanlı hükûmeti demek Yıldız Sarayı demekti. Bu saray kulislerinde olup biten şeyleri görmek, bu sarayda binbir delikten çıkan sesleri işitmek Sultan Hamit’in saltanatını yazmak isteyen bir adam için oldukça zengin iki vasıtadır.

      Hakikaten Yıldız Sarayı durmadan çalışan bir sinema perdesi, geceli gündüzlü devam eden bir tiyatro sahnesi idi. Perdeye akseden manzaralar o kadar aşikâr idi ki görmemek mümkün değildi. Sahnenin oyuncuları o kadar yüksek konuşuyorlardı ki işitmemek için sağır olmak lazımdı. O vakit benim gözlerim kuvvetliydi. Kulaklarım da sağır değildi. O zaman görüp işitmek tabii bir hadise idi, şimdi de düşünüp yazmak tarihî bir vazife olmuştur.

      Eksik görmüş, noksan işitmiş olabilirim. Fakat ne gördümse, ne işittimse, görüp işittiklerim bende ne intiba bıraktıysa, hepsini sadakatle yazacağım. Şunun veya bunun siteminden, sorgulamasından çekinmeyeceğim.

      Yazılarımda şahıslara, tesadüf edilse bile şahsiyatın yeri olmayacaktır. Kararım budur ve sonuna kadar bu çerçeve içinde işleyeceğim.

İsmail Müştak Mayakon

      MEKTEPTEN SARAYA

      Mülkiye Mektebinden çıkar çıkmaz Dâhiliye Nezareti mektubî kaleminde altmış kuruş maaşla müsevvitliğe tayin olunmuştum. Aynı sene içinde, mektebin dağıtım mükâfat merasiminde hazır bulunan Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa, şehadetname alan sınıf arkadaşlarım namına o gün söylediğim bir nutku pek beğenerek maaşımı yüz yirmi kuruşa çıkarmıştı. Vazifemden memnundum. Amirlerim de benden hoşnut idiler.

      1903 senesine tesadüf eden bir ramazan ayının yirmi altıncı günü… Mektubî kalemindeki masamın başında oturuyordum. Vakit öğle sonudur. Odanın havasında Ramazan günlerine mahsus bir ağırlık var. Kapı önünde uyuklayan ihtiyar odacıdan dört köşe sakalıyla bir Âsuri papazını andıran kalem müdürüne kadar herkes az çok tiryaki…

      Bir aralık omuzuma bir el dokundu. Döndüm: İhtiyar odacı, bir baş işaretiyle, beni dışarı çağırıyordu. Çıktım ve sofada Mülkiye Mektebi müdürü Recai Efendi’nin odacısı Nuri Ağa ile karşılaştım. Nuri Ağa kulağıma eğilerek:

      “Müdür Bey şimdi sizi ve Esat Efendi’yi mektepte bekliyor.” dedi. Birden midem bulandı. Recai Efendi’den gelen bu davet hayra alamet değildi. Gerçi mekteple alakam kesileli altı ay olmuştu. Fakat Recai Efendi “rızayı âliye aykırı harekette bulunanları” altı yıl sonra da yakalayıp Abdülhamit’in siyasetgâhına götüren bir adamdı. Mülkiye Mektebinde onun yegâne vazifesi talebenin fikir ve vicdanlarına sokulmaktı. İkide bir: “Bize boynuzlu koyun lazım değil.” derdi. Recai Efendi’ye göre boynuzsuz koyun demek, mektebe gözü kapalı girip yine gözü kapalı çıkan talebe demektir. Serbest düşünen, muhalefet ve eleştiri yapan, Avrupa’dakilerle münasebet veya yakınlğı olan her talebe boynuzlu koyun sayılırdı. Böyle boynuzları kırmak hususunda onun şeytanca bir mahareti ve bunu yapmak için de sarayla sıkı fıkı bir münasebeti vardı. Kendinden evvel müdürlükte bulunan Abdürrahman Şeref Efendi’nin ayağını bu mahareti sayesinde kaydırdığı rivayet olunurdu. Recai Efendi’ye kalsa, seri hâlinde mal çıkaran fabrikalar gibi o da Mülkiye Mektebinden bir tipte, bir düşüncede yahut aynı düşüncesizlikte kullar yetiştirecekti.

      Arkadaşım Esat’ı; Kapalı Fırın civarında oturduğu bir bekâr odasında aramaya giderken kafamın içinden hep bunlar geçiyordu. Kendi kendime: “Acaba bugünlerde ters bir halt mı ettim?” diyordum.

      Esat’ı odasında buldum Recai Efendi’den gelen davet haberini söyledim. O da benim gibi şaşaladı. Uzak yakın her nerede olursa olsun bir vilayet maiyet memurluğu yakalayarak gitmeyi düşünen Esat, yol ortasında arabasının tekerleği kırılan bir adam gibi melul melul yüzüme bakıyordu. Mektepte sınıf arkadaşım, sonraları Ayan Meclisinde mesai yoldaşım olan Esat, zekâ ve kabiliyetin vefa ve soyluluğun yüksek bir numunesi idi. Genç yaşında gözlerini hayata kapayan Esat’ın aziz hatırasını burada hürmetle anmayı kendime borç bilirim.

      Esat’la beraber mektebe gittik. Sokak kapısından başlayan çakıllı yokuşu tırmanırken, loş ve serin koridorlardan geçerken, içimde helecana benzer bir şey duyuyordum. Hayatımın en bahtiyar senelerini çatısı altında geçirdiğim mektep o gün beni korkutmuştu. Kafamın içinde türlü türlü ihtimaller dolaşıyordu. Mekteple alakamız kesildikten altı ay sonra gelen bu davete bir mana veremiyordum. Bu, bir sorgu başlangıcı olabilir, bunu Zabtiye Nezaretinde yahut Hasan Paşa karakolunda bir tutukluluk takip edebilir, daha sonra uzak bir vilayete sürülmek tehlikesi baş gösterebilirdi, Paris’e kaçan büyük kardeşimin yüzünden babama neler çektirmemişlerdi! Zavallı adam, ihtiyarlık zamanında, bir de benim yüzümden azaba uğrarsa bu, elbette hoş bir şey olmazdı.

      Recai Efendi’nin odası önüne gelmiştik, Nuri Ağa kapıyı açtı. Recai Efendi, Sultan Mahmut türbesine bakan müdüriyet odasının tam ortasında ve ayakta bizi karşıladı. Kaşları çatık değildi, hatta yüzünde bir tebessüm bile vardı. Rahat bir nefes aldım. İşin içinde korkulacak bir şey yok demekti. Recai Efendi kısaca hâl hatır sorduktan sonra:

      “Bu akşam Sarayı Hümayun’da Kâtip-i Sâni Hazreti Şehriyarî İzzet Paşa hazretlerine iftara davetlisiniz.” dedi. Bu sefer de şaşkınlıkla duraladık. Sarayı Hümayun, kâtip-i sânî, iftar-ı seniyye… Bunların ismini işitirdik, fakat bir gün oralara gideceğimizi, öyle saray adamlarıyla bir sofrada oturacağımızı hatırımızdan geçirmezdik. Recai Efendi yabancı bir dil konuşuyor sanmıştık. Recai Efendi izah etti: Zatı şahane o sene mektepten birincilik ve ikincilikle çıkan efendilerin iftara gelmelerini irade buyurmuş. Bundan dolayı Esat’la akşama doğru, Yıldız Sarayı’na gidecek, kapıdan içeri haber gönderecek, İzzet Paşa’nın huzuruna çıkınca Mülkiye Müdürü tarafından gönderilen iki efendinin biz olduğumuzu söyleyecektik. Recai Efendi sözünü bitirirken “İnşallah hakkınızda hayırlı olur.” demişti. Hayırlı olacağına hiç değilse bu iftar sonunda bize bir zarar gelmeyeceğine şüphemiz kalmamıştı. Yoksa Recai Efendi bizi Yıldız’da İzzet Paşa iftarına değil, Beşiktaş’ta Hasan Paşa karakoluna gönderirdi.

      Çekilip gideceğimiz sırada Recai Efendi, ayağımdaki pantolonu göstererek:

      “Bu açık renk pantolonla Sarayı Hümayun’a gidilmez, koyu renkli bir pantolon giyiniz.” dedi.

      Buna benim de aklım yatmıştı. Fakat ne çare ki başka pantolonum yoktu. O zaman ben, bütün gardırobunu sırtında taşıyan bir memur çocuğu idim. Hatırıma Van valisi Tahir Paşa’nın oğlu sınıf arkadaşım ve kıymetli dostum Cevdet geldi. Ondan bir pantolon tedarik edebileceğimi düşünerek Aksaray’daki evine gittim. Cevdet’in çok mübarek ve kibar bir annesi vardı. Bana Cevdet’in pantolonlarından birini verdi. Bu pantolon bana uzun gelmişti. Paçalarını kıvırdım. Biz Horhor’da oturuyorduk. Ayaküstünde anneme saraya çağırıldığımızı söyledim. Zavallı kadın telaş etti: “Sakın oğlum, geç kalma.” dedi.

      Esat’la Galata Köprüsü başında birleşmek üzere sözleşmiştik. Onu mülakat noktasında hazır buldum. Bir arabaya atladık. Daha o güne kadar Beşiktaş semtine geçmiş değildim. Hele Esat, Galata tarafını ilk defa olarak görüyordu. Yolda pek az konuştuk. Düşüncelerimizi birbirimize söylemekten çekiniyor gibiydik. Araba düz ve geniş caddelerden giderek bir yokuşa saptı. Yolda atlı, yaya birçok insanlar inip çıkıyorlardı. Nihayet bir meydanlıkta durduk. Yıldız’a gelmiştik.

      Burası bizim için İstanbul taraflarına hiç benzemeyen yepyeni bir âlemdi. Evvela etrafta fazla ışık vardı. Bütün lambalar yuvarlak fanuslar içinde yanıyordu. Ondan sonra kalabalık ziyade idi: Özellikle, kordonlu, sırmalı, nişanlı paşalar çoktu. Gece vakti bu yaldızlı ve süslü üniformalardan bir şey anlayamadım.

      Esat’la