İsmail Müştak Mayakon

Yıldız'da Neler Gördüm?


Скачать книгу

müşkül mevkide bırakmakla beraber oğlunun yalnız tahsilini Garp memleketlerinde ikmal maksadıyla kaçtığını düşünerek buna sevinmişti ve kendisine her ay bir konsolos marifetiyle para gönderirdi, Taşkışla divanıharbi ağabeyimi gıyaben idama mahkûm etmişti. Hatta o tarihlerde bir gün polisler Halep’teki evimizi basarak annemin sandıklarına varıncaya kadar her tarafta yasaklı yayınlar aramışlardı. Ben Mülkiye Mektebinde müsabaka imtihanına girmek için Halep’ten İstanbul’a gelirken çok vicdanlı bir insan olan, Fransızca hocam Antuvan Efendi İstanbul’da hiç kimseye, ama hiç kimseye ağabeyimden bahsetmememi tembih etmişti. İşte Tahsin Paşa’dan bunu saklamıştım.

      Sorgu bitince Tahsin Paşa karşı odada beklememizi söyledi. Bu odanın da döşemesi kırmızı kadife idi. Sonradan anladığıma göre burası Tahsin Paşa’nın istirahat, namaz ve intizar odası idi. Yarım saat sonra tekrar Tahsin Paşa’nın huzuruna çıktık. Yüzünde temiz ve samimi bir tebessüm vardı. “Mektepten birincilik ve ikincilikle şehadetname almaya muvaffak olmamızdan memnun olarak zatı şahanenin bizi hizmeti seniyyelerine kabul buyurduklarını, bu lütfü hümayunun kadir ve kıymetini bilerek sadıkane ifayı vazife edeceğimizden emin bulunduklarını” söyledi. Ve ikişer bin kuruş maaşla benim mabeyin kâtipliğine, Esat’ın da şifre kâtipliğine tayin edildiğimizi tebliğ etti. Fazla olarak ona da bana da saniye rütbesi, üçüncü rütbeden mecidi nişanı ihsan buyurulmuştu. Tahsin Paşa bunları sayıp dökerken ben zihnen hesap yapıyordum: İki bin kuruş maaş! Dâhiliye kaleminde aylığım yüz kuruştu. Demek ki bir anda yirmi misli zamlı maaşa nail oluyordum. Ne âlâ şey! İltifatı şahane bu suretle tecelli etmişti.

      Tahsin Paşa Esat’ı bir hademeyi yanına alarak şifre dairesine gönderdi. Ben odada yalnız kalınca; vazifeme devam etmek, hariçte kimse ile görüşmemek, ecnebilerle düşüp kalkmamak, Nezaret dairelerine girip çıkmamak, ne kendi evimde ne başkasının evinde içtimalar yapmamak gibi birkaç nasihat verdikten sonra, Tahsin Paşa masasından kırmızı bir atlas kese çıkararak bana uzattı:

      “Efendimiz ihsan buyurdu, ihtiyacınıza sarf edersiniz.” dedi ve o aralık çağırttığı mabeyin kâtiplerinden Diyarbakırlı İsmail Hakkı Bey merhuma beni teslim ederek kitabet dairesine gönderdi.

      Yirmi misli zamlı maaş, rütbe, nişan, bir kese dolusu altın: Bu, bir peri masalına benziyordu.

      Kitabet dairesine gittik. Burası geniş bir oda, sıra sıra masalar dizilmiş, her masada bir kâtip oturuyordu. En başta Cevat Bey’i gördüm.

      Cevat Bey her sene hünkâr tarafından mükâfat dağıtım merasimine gelir, birinci çıkanlara altın saat getirirdi. O sene Sultan Hamit maarif madalyasını ihdas etmişti. Sultan Hamit bu madalyaya, her nedense, fazla ehemmiyet verdiği için mükâfat dağıtım merasimi çok parlak olmuş, Cevat Bey’den başka saraydan maiyeti seniyye erkânı Harbiye Müşiri Şakir Paşa, Babıâli’den Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa bir de Şehremini Rıdvan Paşa gelmişlerdi. Cevat Bey o sene de hünkâr namına mükâfat dağıtımımıza gelmiş, ihdas olunan maarif madalyasını kendi eliyle göğsüme takmıştı. Beni çok hararetle karşıladı ve hazır bulunan kâtip beylere bizzat takdim etti. Cevat Bey’in sağında Reşit Bey, solunda Ali Ekrem Bey vardı. Reşit Bey (H. Nazım) imzasıyla, Ali Ekrem Bey de (A. Nadir), imzasıyla Servetifünun’a şiir yazarlardı. Bunları edebiyat arkadaşı olarak gıyaben tanırdım. Ondan sonra öteki kâtiplerle tanıştık. Refik Bey; çok ağır başlı, son derece şık bir tip… Fethi Bey, şişman karnını zahmetle taşıyan tok sözlü bir İstanbul çocuğu… Yahya Sezai Bey, gözlerinin içi daima gülen sevimli bir sima… Rıfat Bey, babasının emektarlığına hürmeten hizmete alınmış hastalıklı bir genç… Ecvet Bey, dudaklarında kahkaha eksik olmayan kalender meşrep bir paşazade…

      Kitabet dairesi bambaşka bir âlemdi. Bana gösterdikleri masaya oturur oturmaz sabahleyin bizi Başkâtip Paşa’nın yanına götürmek için gelen ablak yüzlü adamın “O kadar acelesi yok. Yemeğinizi bitiriniz, sonra gideriz.” demesindeki hikmeti şimdi anlamıştım. Çünkü kâtip beylerin odasında ramazandan, oruçtan eser yoktu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Odacılar aralıksız kahve ve su taşıyorlardı.

      Kitabet dairesinin bundan daha bariz bir ikinci hususiyeti de bu odanın içinde hüküm süren serbestlikti. Beş buçuk senelik müşahede ve tecrübelerime güvenerek iddia edebilirim ki o devirde Osmanlı ülkesinin en serbest konuşulan en pervasız tenkitlere sahne olan yeri kitabet dairesiydi. Bunun ilk misalini vazifeme ilk başladığım gün gördüm.

      Anlatayım: Bana gösterilen masanın başına oturmuştum. Bir aralık bir odacı gelip kâtiplerden Rıfat Bey’i başkâtipin yanına çağırdı.

      Rıfat Bey üç beş dakika sonra tekrar geldi. Elinde bir kâğıt vardı. En sonunda zavallıyı mezara götüren zalim bir hastalığın daha o zamandan sararttığı çehresi berbat bir hâldeydi. Cevat Bey sordu:

      “Ne var Rıfat?”

      “Ne olacak? Tatar Şakir Paşa’nın ihbar yazısı verdiği zabiti sürüyorlar. Biçare adam; hem yedinci orduya…”

      Öteden Yahya Sezai Bey haykırdı:

      “Şu melun Tatar gebermedi gitti.”

      Cevat Bey:

      “Allah şerrinden saklasın.”

      Ben hayretler içinde dinliyordum. Padişahın sürgüne gönderdiği adamlara biçare demek… Bir ihbarcı paşaya ölüm bedduası etmek… Biz böyle şeyleri söylemeye evlerimizde bile cesaret edemezdik. O anda hatırıma Recai Efendi’nin “boynuzsuz koyun” prensibi geldi. İşte bir kalem heyeti ki hemen hepsi Mülkiye Mektebi fabrikasının mahsulüdür ve hepsi “atebeyi şahaneye sadıkane ifayı hizmet edecekleri” kanaatiyle buraya alınmışlardı. Hepsi bol bol maaş alırdı, hepsinin göğsü sırma ve nişanlarla doluydu. Recai Efendi boynuzsuz zannederek buraya tavsiye ettiği koyunların birer azılı koçtan farklı olmadığını görse hayretten düşer bayılırdı.

      Biraz sonra Reşit Bey masasından kalkarak yanıma geldi, bana yeni vazifemin mahiyetini ve takip edeceğim hattıhareketi anlattı. Yeni yolumda tesadüf edebileceğim arızalara, başıma gelebilecek kaza ve felaketlere dair uzunca bir hitabette bulundu. Kısaca vazifemin ufuklarını, enginlerini, çukur ve uçurumlarını anlattı. Reşit Bey zengin tecrübelerinin ve kuvvetli muhakemesinin verdiği hayırhah bir salahiyetle bana bunları söylerken ben çok sevdiğim hocalarımın birinin takriri karşısındaymışım gibi onu zevk ve dikkatle dinliyordum. İtirafa mecburum ki eğer beş buçuk senelik saray hayatımda bu devrin çirkinliklerine kendimi karıştırmadan, eğer beş buçuk sene sonra Sultan Hamit’in sarayından meşrutiyetin Ayan Meclisine geçerken arkamda kirli bir iz bırakmadımsa bunun büyük bir kısmını Reşit Bey’e borçluyum.

      Bir mesele: Benim ismim ne olacaktı? Gerçi nüfus tezkeremde İsmail Hakkı yazılı idi ve beni Hakkı diye çağırırlardı. Fakat kitabet dairesinde benden başka iki İsmail Hakkı daha vardı. Birine Hakkı Bey, ötekine İsmail Hakkı Bey derlerdi. Bana kala kala İsmail ismi kalmıştı. O günden itibaren ben de İsmail olmuştum. (Müştak ismini Meşrutiyet’in ilk günlerinde Tevfik Fikret merhum hediye etmişti.)

      Kitabet dairesi geceli gündüzlü çalışan bir büro idi. Yirmi kadar kâtip, onar onar, iki nöbete ayrılmışlardı. Her nöbetin kâtipleri bir ikindi vaktinden ertesi ikindi vaktine kadar vazife başında bulunur, nöbetten çıkan nöbete girene -tıpkı kışlalarda olduğu gibi- vazife teslim ederdik, Başkâtip Paşa evine gitmedikçe kitabet dairesinin faaliyeti durmazdı. Başkâtip Paşa genellikle gece yarısı gider, kâtipler de o zaman yatarlardı. Her kâtipin bir portatif karyolası vardı. Gece yarısından sonra kalem odası yatak odası hâlini alırdı. Her nöbetin bir sernöbeti vardı. Bunların biri, Cevat Bey, ötekisi Faik Bey’di. Benim sernöbetim Faik Bey’di. Yıldız Sarayı’ndan sonra Ayan Meclisinde tekrar birleştiğimiz Faik Bey, çok centilmen