İsmail Müştak Mayakon

Yıldız'da Neler Gördüm?


Скачать книгу

sigaralar tütüncübaşının odasında sarılırdı.

      Sultan Hamit’in huzurunda şüpheli hareketler felakete sebep olurdu. Onun huzuruna çıkanlar ona ne verecekler, ne göstereceklerse ellerinde ve aşikâr surette tutarlardı. Bir kâğıt aramak yahut bir mendil çıkarmak için eli yan veya arka cebe götürmek insanı belaya sürükleyebilirdi; çünkü yan cepten bir kama, arka cepten bir tabanca çıkarmak mümkündü.

      Sultan Hamit tahta ilk çıktığı zamanlar cuma namazlarını İstanbul’un çeşitli camilerinde kılar, bu alaylara atla giderdi. O vakit hürriyetperver bir padişah idi yahut fazla atlamak için geriye çekilmek kabilinden bir siyasetle öyle görünmek isterdi. Bu cuma alaylarında halk akın akın padişahın güzergâhına toplanır, birçok kimseler ona yaklaşarak arzuhâl verirdi. Sonraları Sultan Hamit, Yıldız Sarayı’na çekilerek milletle teması kesince padişaha bizzat arzuhâl vermek usulü de kaldırıldı. Daha doğrusu halkın; güzergâhı hümayuna yaklaşması yasak oldu. Buna “erbabı fesadın zatı şahaneye suikast icrasını tasavvur etmekte oldukları ve bunlardan birinin kadın kıyafetine girerek tasavvuru vakiyi mevkiyi fiile çıkaracağı” yolunda bir ihbarın sebep olduğunu işitmiştim.

      Suikasta uğramak korkusu Sultan Hamit’in kalbine ne derece kuvvetle yerleşmiş olduğunu çok gülünç bir misalle ispat etmek isterdim.

      Bir gün büyük elçilerimizden biri mabeyine bir şifre telgraf göndermiş, bu telgrafla “erbabı fesadın zatı şahaneye suikast etmek fikri melunanesiyle, bir fabrikaya sureti mahsusada sipariş ettikleri ceviz büyüklüğünde bombaları bir sandığa koydurarak Mesajeri Maritim kumpanyasının Nijer vapuruyla Marsilya’dan İstanbul’a gönderdiklerini, şayet bu bombalar İstanbul’da karaya çıkarılmazsa Karadeniz’de Samsun limanına çıkarılarak oradan Laz sandalları vasıtasıyla İstanbul’a sokulmaya çalışılacağını, bunların yelek cebinde taşınabilecek bir büyüklükte olması istimallerini kolaylaştırmakta bulunduğunu” bildirmişti. Bu telgraf sarayın içinde bir bomba gibi patlamıştı. Artık bütün işler durmuştu. Mesajeri Maritim vapurunun Marsilya’dan İstanbul’a kadar uğrayacağı bütün Osmanlı limanlarına telgrafla iradeler tebliğ olundu. Vapurdan çıkarılacak denklerin birer birer muayene olunmaları tembih edildi. İstanbul’da Müşir Zeki Paşa’nın, Zülüflü İsmail Paşa’nın, Tatar Şakir Paşa’nın, Kabasakal Mehmet Paşa’nın, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın, mahut Fehim Paşa’nın bütün teşkilatı seferber hâline konuldu. Vapur İstanbul rıhtımına yanaştığı dakikadan hareket saatine kadar karadan denizden bir casus ve memur tabakası etrafını kuşattı. Vapurdan çıkarılan en ufak eşya dengi bile, sıkı bir muayeneden geçiriliyordu. Bomba sandığı çıkmadı. O zaman kapitülasyonların hükmü cari olduğundan ambarda öyle bir sandık bulunup bulunmadığını anlamak için vapura memur sokmaya imkân yoktu. Nihayet şuna hükmedildi: Alçak kimse; bomba sandığı İstanbul’a çıkarmak kabil olmadığını anlayınca -büyükelçinin yazdığı şekilde- Samsun’a çıkarmaya karar vermişti. Bunun üzerine Sultan Hamit’in iradesiyle adliyeden, Beşiktaş muhafızlığından, Tophane müşirliğinden birer memurla iki Arnavut tüfekçiden mürekkep bir komisyon teşkil olundu. Bu komisyonun vazifesi aynı vapur Samsun’a gidip bomba sandığını karaya çıkar çıkmaz yakalamak ve idarei mahsusa vapurlarından biriyle İstanbul’a göndermekti. Mesajeri vapuru bu komisyonu da alarak Karadeniz’e hareket etti. Komisyon üyesine -o devrin âdeti, daha doğrusu Sultan Hamit’in siyaseti icabınca- bol harcırahlar, atiyeler, rütbe ve nişanlar verildi. Komisyon Samsun’dan saraya çektiği telgrafta sandığı yakaladığını, Marsilya’dan Samsun’da bir tüccara hitaben gelen beyannamesinde asit karbonik diye bir tabir yazı olduğunu bildirdi. O tüccar derhâl gözaltında olarak İstanbul’a gönderildi. İdarei mahsusanın bir vapuru da bomba sandığını alarak hareket etti. Vapur bir müddet Karadeniz boğazında durduruldu. Nihayet içeri girerek Kız Kulesi açıklarında demirlemesi emir olundu. Bir taraftan Tophane müşiri Zeki Paşa’ya bir iradei seniyye ile sandığın vapurdan alınarak bombalardan bir tanesi Zeytinburnu fabrikasında tahlil edildikten sonra çoğunun imha ve denize terk edilmesi bildirildi. Zeytinburnu fabrikasında sandık içindeki bomba denilen şeylerin gazoz imaline mahsus asit karbonik kapsülleri olduğu anlaşıldı. Bununla birlikte iradei seniyye mucibince hepsi denize döküldü. Garibi şu ki bu maskaralığa kızmak şöyle dursun, gülmek bile kimsenin aklından geçmedi. Bomba havadisini veren sefirimizin bu kadar basit bir şeyi bilmeyecek kadar cahil olduğunu yahut başta padişah olduğu hâlde bütün sarayla mükemmel bir alay ettiğini kimse düşünmedi. Sanki hakikaten bir sandık dolusu bomba yakalayıp denize atılmış ve alçak kimselerin dehşetli bir teşebbüsü kısır bırakılmış gibi bir zevk içinde mesele kapandı gitti. Bu vaka Sultan Hamit’in her an her taraftan beklediği suikast teşebbüslerine karşı ne derece tetik üstünde yaşadığını ispata yeterlidir sanırım. Abdülhamit’in bu çılgınca zaafını bilen hafiyeler; işi o derece ileri götürmüşlerdi ki vakıaları değil, vahimeleri bile ihbar ederlerdi. Bundan dolayı hayat ve saltanata dört elle sarılan Sultan Hamit’in başka türlü düşünmesine imkân yoktu, bunu da kabul etmek lazım gelir. Çünkü istibdat ve mutlakiyet altında inleyen, memleket ve milleti Sultan Hamit’in elinden kurtarmak için onun ya hayatına, ya saltanatına nihayet vermekten başka çare yoktu.

      Ortaköy sahillerinden Balmumcu tepelerine kadar geniş bir sahayı işgal eden ikinci fırkanın Türk, Arap, Arnavutlardan mürekkep binlerce ve binlerce efradıyla, sarayın içini dışını dolduran sivil ve asker yüzlerce tüfekçilerden mürekkep bir muhafaza teşkilatı sayesinde Yıldız Sarayı hakikaten kuş uçup kervan geçmez bir yer olmuştu. Bu teşkilatın şu garabeti vardı: Herkes birbirine düşmandı. Türk, Arap’ı sevmez, Arap; Arnavut’tan nefret eder, Arnavut; her ikisinin gözünü oymaya çalışırdı. Sarayda birbirini seven, birbirinden emin, birbirinin mahremi iki insana tesadüf edilemezdi. Herkes teveccühü, terakkiyi, taltifi; komşusunun kuyusunu kazmakta arardı. Sultan Hamit diviser pour regner4 sistemini bütün incelikleriyle evvela kendi sarayında tatbik ediyordu.

      Dört duvar arasında yaşayan, senede iki defa sabahları bayram alayı için Dolmabahçe Sarayı’na, ramazanın on beşinci günü deniz yoluyla Topkapı Sarayı’na giden ve bunun haricinde kendi kullarından başka hiç kimseye görünmeyen Sultan Hamit’e suikast yapmak çok güç olmakla beraber, hünkâr her dakika tedbirli davranırdı. Bilhassa Avrupa’da kendi aleyhine çalışanların bütün hareketlerini tarassut ettirirdi. Paris, Brüksel ve Cenova’daki siyasi memurların en esaslı, en ehemmiyetli vazifesi alçak kimseleri takip etmek, bunları o havalide barındırmamak, gazete ve risale çıkartmalarına veya bu gazete ve risalelerini Türkiye hudutlarına sokmalarına mahal vermemekti. Yalnız sefirler değil, müsteşarlar, başkâtipler, hatta bazı ufak kançılarlar bile doğrudan doğruya sarayla muhabere ederlerdi. Yıldız’daki şifre dairesinin işi gücü hemen hemen buydu.

      İttihat ve Terakki mensuplarından bazıları, gazetelerle yayımlanan hatıralarında, cemiyetin İstanbul’daki taraftarlarıyla muhaberelerini yazmaktadırlar. İstanbul’da üç beş taraftar peyda etmek, İstanbul’la kaldı ki muntazaman olsun mektuplaşmak, buradan haber almak, buraya talimat göndermek boş şeylerdi. İstanbul’da bir kıyam yaparak Sultan Hamit’i öldürmek veya tahttan indirmek hemen hemen imkânsızdı. Sultan Hamit’i, Sultan Aziz veya Sultan Murat gibi fetva yoluyla halletmek de güçtü, çünkü bir padişahın fetva kuvvetiyle nasıl tahttan indirildiğini gözleriyle görmüş olan Sultan Hamit, fetva yollarını o kadar sıkı bir gözetim altında bulunduruyordu ki sarıklıların, fetva dairesinin, bütün meşihat teşkilatının en ufak bir kıpırdanma teşebbüsleri bile ihtimal haricindeydi. Ne askeri ne de donanmayı elde edemezlerdi. Hünkârı muhafaza vazifesiyle mükellef olan birinci ve ikinci fırka padişahın “nan ve nimetiyle perverde”5 olan erkân ve ümeranın idaresindeydi. Donanma silahsız, hatta kömürsüz bir korkunç hayalden ibaretti. Gemilerin