İsmail Müştak Mayakon

Yıldız'da Neler Gördüm?


Скачать книгу

içinde bir yanlışlık olduğunu, ısrar edersek Arnavut kapıcıya meram anlatabileceğimizi tahmin ediyordum. Tam bu esnada içeriden yusyuvarlak, kırmızı yüzlü bir adam, âdeta koşarak bize doğru geldi ve halis Arap şivesiyle:

      “Mülkiye Mektebinden gelen efendiler siz misiniz?” dedi. “Evet.” cevabını verdik. Kapıcı Arnavut yoldan çekildi. Kırmızı yüzlü adam önümüze düşerek içeriye girdik. Yirmi otuz adım gittikten sonra kumlu bir yokuşa saptık. Nihayet ahşap bir binanın merdivenlerini tırmanarak İzzet Paşa’nın huzuruna çıkarıldık.

      Geniş bir oda… Yıldız Sarayı’nın en ehemmiyetli simalarından ve Yıldız sahnesinin en mahir aktörlerinden olan İzzet Paşa -ki Arap İzzet diye tanınmıştır- mihveri ertafında dönen alafranga bir yazı iskemlesine bağdaş kurmuş, Kur’an okuyordu. Biz odaya girince istifini bozmayarak gözlüğünün üstünden yüzümüze baktı, başıyla kısaca bir selam verdi, eliyle oturacak yer gösterdi. Okumaya devam etti. Biraz sonra Kur’an’ı bıraktı. Aşikâr bir Arap şivesiyle :

      “Merhaba!” dedi. Yanımıza geldi. Şimdi ayakta konuşuyorduk: İsmimizi, babamızın ismini, doğduğumuz memleketi, vazifemizi, maaşımızı sordu. Gözlerinin içinde şeytani bir ışık parlıyordu. Dar ve zayıf bir çift omuzun taşıdığı ince ve uzun başı genç bir tilki kafasını andırıyordu. Meraklı bir hâli vardı. Aynı zamanda ikimizle de meşguldü: Esat’la konuşurken bana bakıyor, beni dinlerken Esat’ı gözden kaçırmıyordu.

      İftar topu atıldı. Yemek odasına geçtik. İzzet Paşa birimizi sağına, birimizi soluna oturttu. Benim yanımdaki zatı bize takdim etti:

      “Oğlum Mehmet Ali Bey!”

      Bu zat şimdi Suriye’de devlet reisi olan Mehmet Ali Bey’dir. Sofra kalabalıktı. İzzet Paşa aralıksız konuşuyor, herkese nezaketle muamele ediyordu. Bir aralık sofraya bir Şam tatlısı geldi. Çocukluğumun büyük bir kısmı Arabistan’da geçtiği için ben bu Arap yemeklerine yabancı değildim. Tatlının ismini söyleyince İzzet Paşa ilk önce hayretle yüzüme baktı, ondan sonra, benim iyi Arapça bildiğimi öğrenince iltifatın merkezî sıkıntısı derhâl bana intikal etti. Yemeğin sonuna kadar hep Arapça konuştu.

      Sofradan kalkınca tekrar paşanın odasına geldik. Dikkat ettim, misafirlerin hiçbiri ortada yoktu. Bununla birlikte İzzet Paşa da odaya gelmemişti. Bu intizar yarım saat kadar sürdü. Bir aralık Esat sordu:

      “Biz ne yapacağız?”

      Evet, biz ne yapacaktık? Odaya kimse gelmiyor ki soralım. Biz de ötekiler gibi çıkıp gitsek mi? Paşayı görmeden mi gidecektik? Bizi buraya elbette bir maksatla çağırmışlardı. Nihayet İzzet Paşa göründü. O da ne? Arkasında sırmalı bir üniforma, göğsünde nişanlar, belinde kılıç, elinde beyaz eldivenler vardı. Gece vakti böyle giyinip kuşanmanın manası ne? Kendi kendime: “Anlaşılan sarayda âdet böyledir.” dedim.

      Sonra öğrendim: O gece Kadir Gecesi idi. Her sene Ramazanın yirmi yedinci gecesi sarayda Kadir alayı yapılır, padişah büyük merasimle camiye gider, namaz kılardı. O gece Mekke’deki hacılardan halifeye itaat vesikası gelir, halifeden de hacı Müslüman’a selamet duası giderdi.

      İzzet Paşa bu alay için hazırlanmıştı. Çıkarken:

      “Siz biraz istirahat ediniz, alaydan sonra efendimize arz edeceğim.” dedi. Dışarıdan mızıka sesleri gelmeye başlamıştı. İzzet Paşa bir saat sonra döndü, sivil kıyafetle bir an yanımıza uğradı, tekrar çıkıp gitti. Akşam saray kapısından bizi alıp getiren hademe bir aralık göründü. İzzet Paşa’nın huzuru hümayuna gittiğini, galiba bizim işimizi arz edeceğini söyledi ve:

      “Mutlaka size iltifatı şahane olacak.” diyerek yanımızdan çekildi. Çok geçmeden İzzet Paşa geldi. Yüzü gülüyordu.

      “Efendimize arz ettim, selamı şahane buyurdular. Bu akşam sarayda misafir kalacaksınız, yarın Başkâtip Paşa size iradei seniyyeyi1 tebliğ edecek.” dedi ve zile basarak gelen hademeye şu talimatı verdi:

      “Bu gece Mabeyinci Bekir Bey izinlidir. Beyler onun odasında misafir kalacaklar. Bekçi ağalardan kim nöbetçi ise haber verin. Beylerin esbabı istirahatlerini temin etsin.”

      Elimizi sıkarak veda etti. Bizi önce başka bir odaya, ondan sonra akşamki kumlu yoldan büyük bir daireye götürdüler. Geniş bir merdiven çıktık. Kırmızı kadife döşeli bir odaya girdik. Odanın ortasında iki yer yatağı yapılmıştı. Her yatağın üstünde bir entari, bir hırka, bir takke, bir kuşak vardı. Esat’ın neşesi yerine gelmişti. Bu işin sonu hayır olacağını o da anlamıştı. Bizi getiren, adam:

      “Geceniz hayır olsun.” diyerek çekildi gitti. İki arkadaş hasbihâle koyulduk. “İltifatı şahanenin” ne olabileceğini hesaplıyorduk. Memuriyetlerimizde bir terakki, maaşlarımıza bir zam, o devrin modasına göre amedi kalemine2 nakil… Bir aralık hatrıma annem geldi. Zavallı kadın şimdi kim bilir ne azap, telaş içinde! Daha iki hafta evvel mahallemizde bir mutasarrıf emeklisinin çocuğunu, tıpkı benim gibi akşamüstü evinden almışlar ve bir daha göndermemişlerdi. Çocuk Trablusgarp’a sürülmüş, annesine de inme isabet etmişti.

      Yatmaya hazırlanıyorduk. Derken odanın kapısı açıldı. Başında üstü çuhaya sarılmış kocaman bir yemek tablasıyla içeriye iri yarı bir adam girdi. Arkasından gelen başka bir adamın yardımıyla tablayı yere indirdi, masanın üstüne çarçabuk bir sofra kurdular ve:

      “Sahur yemeğiniz.” diyerek çıkıp gittiler.

      Onlar çekilip gidince soyundum. Yatağa girdim. Yorgunluktan, heyecandan bitik bir hâlde idim. Çok geçmeden gözlerim kapandı: Deliksiz, rüyasız, derin ve rahat bir uyku uyudum.

      Bu, Yıldız Sarayı’nda ilk gecemdi.

      VAZİFEYE BAŞLARKEN

      Ertesi sabah gözlerimi açtığım zaman Esat’ı, bir koltuk üstünde, dua okumakla meşgul buldum. Esat, çok dindar bir çocuktu. Esasen beni mabeyin kâtipliğine, onu da harem dairesinde şifre kâtipliğine ayırdıkları zaman bu terfide onun dindarlığının büyük rol oynadığını, sonradan haber aldım.

      Yataktan kalkar kalkmaz, gözlerime ilk önce masanın üstündeki sahur yemeği ilişti. Karnım fena hâlde acıkmıştı. Ramazan günü Halife Sarayı’nda oruç yemek cüretkârane, belki de tehlikeli bir şey olacağını bilmez değildim; fakat ne çare ki tahammülüm kalmamıştı. Esat’ın endişeli ihtarlarına rağmen masanın başına geçtim. Daha yemeğin ortasında iken odanın kapısı açıldı. Ablak yüzlü şişman bir adam içeri girdi. Çok terbiyeli bir tavırla:

      “Buyurun sizi Başkâtip Paşa bekliyor.” dedi. Ben şaşırmıştım. Fakat o adam hiç istifini bozmayarak ilave etti:

      “O kadar acelesi yok. Yemeğinizi bitiriniz, sonra gideriz.”

      Şaşakaldım: Demek oruç yemek kabahat değilmiş!

      Daha garibi bu adam sahan ve tabak değiştirmek suretiyle bana hizmet bile etmişti.

      Biraz sonra çıktık. Dün akşamki kumlu yoldan bu sefer yokuş aşağı inerek sağa saptık ve ahşap bir binanın loş merdivenini tırmanarak Başkâtip Tahsin Paşa’nın huzuruna çıkarıldık.

      Anlaşılan Yıldız Sarayı’nda kırmızı rengi çok seviyorlar: Çünkü başkâtip odası da kırmızı kadife döşeli idi. Tahsin Paşa bizi büyük bir yazı masasının önünde ve ayakta kabul etti. İzzet Paşa’nın cevval ve meraklı bakışlarına nispetle Tahsin Paşa’da bir durgunluk, bir denetleme hâli vardı. İnsan onun karşısında çekinmeden konuşabilir, ihtiyata lüzum görmeden kımıldanabilirdi. Zeki bir adam tesiri bırakmıyordu. Fakat masasının