Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

külü sıcaksa içine atarım, çıt der geberir.”

      “Bizim kahveyi pişirirken sakın ha böyle bir şey yapma. Belki cezveye sıçrar.”

      “Merak etme… Görüyorsun şimdi pire ayıklamıyorum. Siz gelmeden Pehlivan’ın tüyleri arasından dört pire tuttum. Hiçbiri tok, şişkin değildi. Onların da açlıktan karınları vücutlarına yapışmış. Attım da ateşe, Müslüman’san inan, pıt bile demedi. İkisini ezdim tırnağımın altında çıtlamadılar bile.”

      Veysi, yüzünü buruşturdu. İhtiyar, fincanları müşterilere vererek söze devam etti:

      “Rabb’imin hikmeti… Biz doyacağız, pireler de bizim sırtımızdan doyacaklar. İşte her şey böylece birbirine ulama… Akıl ermez.”

      10

      Kahvenin isli cam kapısı açıldı.

      Yağlıca, kalıpsız fesi kulaklarına geçmiş, esnafla kâtip arasında sünepe kıyafetli, saz benizli birisi girdi. İçerdekilerle merhabalaştıktan sonra karşıki peykeye oturdu.

      “Ali Baba, yap bakalım bir kahve.” dedi.

      Cebinden iri, siyah bir tabaka çıkardı. İçinde az kalmış tozlu kırıntıları toplaya toplaya dolma gibi kocaman bir cigara sardı. Uzun bir kiraz ağızlığa geçirdi. Gelecek kahveyi bekleyerek yanı başına uzattı. Şimdi boş kalan ellerini, dudaklarını yaya yaya tatlı tatlı birbirine sürterek bir söz açmak için karşıki müşterilerin yüzlerine baktı. Bunların lakırtıcılıktaki değerlerini anlamak istiyor gibiydi. Gözlerini ihtiyar kahveciden genç müşterilere, müşterilerden kahveciye dolaştırarak yutkuna yutkuna başladı:

      “Ali Baba olanları duymadın mı?”

      “Duymadım. Bugün kahveye çok müşteri de gelmedi, Pehlivan’la yalnız oturdum. Şimdi senin önün sıra bu delikanlılar geldiler. Onlar da bir şey söylemediler.”

      “Kuyumcular içinde Yeşildirek Muhallebicisi taraflarında Karadenizli zavallı bir tüccarı sekiz yüz lira mı bin lira mı, işte öyle bir şey tavlamışlar.”

      “Pi pi… Bin lira… Ben bu bin liranın yalnız lafını işitirim, bu parayı nasıl kazanırlar aklım ermez.”

      “Şimdi herifin birini yakaladılar. Adına Patlıcan Ahmet mi diyorlar, Domates Mehmet mi? İşte böyle bir karın ağrısı… Polisler molisler kıyamet… Bende kalp helecanı var, doktorlar kalabalığa girme diye tembih ettiler. Ne olduğunu pek anlayamadım. Lakin bizim Recep Efendi gitti. Bilirsin o pek girgindir, iğne deliğine girer çıkar. Şimdi buraya haber getirecek.”

      Kahvenin camlı kapısı bir daha gıcırdar. İçeri orta yaşlı, kısa boylu, top sakallı, sarıklı bir zat girer. Selam verir.

      Vakayı anlatan müşteri:

      “Ooo Hafız Kerim Efendi… Buyurunuz, çarşıdan mı teşrif? Vaka nasıl oldu? Öteki tufacıları da yakaladılar mı?”

      “Ben eczaneden geliyorum. Kerime hasta… Çarşıya gitmedim. Vakadan da haberim yok. Ne olmuş? Dünyayı görecek hâlim kalmadı. İlaçlar ateş pahası… Ölmeli mi yaşamalı mı, ne yapmalı vallahi biz de şaşırdık.”

      Kahvenin en görünecek süsü olarak duvarda bir dünya güzeli levhası var. Göbeğinin iki tarafından yükselen uyluklarının bütün yuvarlaklığını göstererek bir sedirin üzerine yan devrilmiş yatıyor. Çıplak kolları, bacakları sinek tersinden bir cilt hastalığı manzarası almış.

      Hafız Kerim Efendi, levhanın karşısına oturarak lahavle çeke çeke: “Ali Baba bu kâfireyi hâlâ duvardan kaldırmadın. Göbeğinden aşağısı görünüyor vallahi… İnsan istemeye istemeye boyunca günaha giriyor.”

      Ali Baba: “Ben bu dükkânı üzerime aldığım zaman bu postalı burada buldum. Demirbaş eşya içinde. Kimisi dedi ‘Kaldır!’, kimisi dedi ‘Kaldırma!’. Kimisi dedi ‘Günahtır!’, kimisi dedi ‘Gölgesi yere değmiyor, günah değildir!’ Ben de şaşırdım ne yapacağımı.

      Hafız Kerim Efendi: “Ben sana hafız-ı kelam ağzıyla söylüyorum ki kaldır, günahtır. Bu çıplak fahişe burada durdukça sen bu dükkânın betini bereketini bulamazsın.”

      “Doğru söylüyorsun Hafız Efendi, hiç bereket gördüğüm yok. Fakat sen de ne vakit bu kahveye gelsen, geçer onun karşısına oturursun. Ona bakması o kadar günahsa gel beri tarafa…”

      Hafız Efendi: “Gözdür bu kayıveriyor. Yap bir kahve bakalım.”

      Kahveci Ali Baba kahveleri dağıtırken:

      “Hırsızlık, dolandırıcılık, tavcılık ne kadar çoğaldı. Her gün, her gece dan dan dan… Kimi vururlar, ne yaparlar bilmem.”

      Hafız Efendi: “Güya silah taşıması yasak… Halkın bugünkü kadar silahlı olduğu bir zaman tarihte görülmemiştir.”

      Ali Baba: “Hükûmet niçin bakmıyor bu işlere?”

      Öbür müşteri: “Sus baba sus… Sen bir fakir kahvecisin, nene lazım siyaset? Vakitler nazik.”

      Ali Baba iki yabancı delikanlıya çekingen bir bakışla baka baka namaza durur gibi ellerini başının yanına kaldırarak: “Haşa, demedim fena bir lakırtı. İşte bu Müslümanlar hep işittiler. Benim aklım ermez politikaya. Ben vükelanın adlarını bile bilmem. İşte burada gazete okurlar, dinlerim ama aklımda kalmaz hiçbir şey… Bizim paşalardan biri gelince öbürü İstanbul’dan kaçar… Niçin? Neden olduğunu bilmem ve sormam. Gazetelerin bazıları tuzlu biberli yazarlarmış, onları dükkâna sokması tehlikeli imiş… Gazete dağıtan çocuğa, hangisi Müslüman yürekli Türk gazetesi ise onu getirsin diye yalvarırım. Eyyy, şeytanlık çoğaldı, fesat çoğaldı.”

      Kahveden içeri yakası astraganlı, çizmeli, zayıf, soluk bir genç girer.

      Hep birden: “Ooo, Recep Efendi geldi. Mantarcılardan ne haber? Anlat bakalım.”

      Recep Efendi dünya güzelinin karşısına, Hafız Efendi’nin yanına oturarak: “Bir eğlenceli tahkikat ki demeyiniz gitsin. Merkeze kadar üç defa gidip geldim.”

      Hafız Efendi: “Bugün vazife yok mu?”

      Recep Efendi: “Curnalı41 imzaladıktan sonra savuşurum. Arkadaşım Nazım’la nöbet yaparız. Bir gün o kalır, bir gün ben. Birbirimizin yokluğunu belli etmeyiz. Cuma tatil, pazar yarım azat. Çarşamba meclisi vükela…”

      Hafız Efendi: “Öteki dört günü de Nazım’la nöbete koyduktan sonra haftadan ne kalır?”

      Kiraz ağızlıklı müşteri baca gibi duman salıveren sıkı bir nefes çekerek: “Adam sen de canım… Bırakınız şimdi vazifeyi, curnalı. Ne görmüş? Mantarcıları anlatsın.”

      Recep Efendi: “Bunlar dişili erkekli bir tavcı kumpanyası imiş. Paralı sersemin birinden altı yüz lira elemişler, dağılmışlar. Deminden kumpanya adamlarından Patlıcan Ahmet adında birini başında kefiye ile tebdili kıyafet olarak yakalamışlar; tavlanan adamla yüzleştirdiler. Mantarcıyı tanıdı. Tuhafı nerede? Patlıcan Ahmet işi inkâr etmiyor. Ama bu yakınlarda İstanbul’da Yavuzlar Çetesi diye kırk kişilik bir hırsız kumpanyası türemiş, onlar tavcılara çatmışlar. Altı yüz lirayı taramışlar gitmişler.”

      Hafız Efendi: “Hafazanallah, hırsızın da hırsızı, yırtıcının da yırtıcısı var.”

      Ali Baba: “Bak şimdi işe. Başımıza bir de kırk harami çıktı. Gece eve gitmek için kahvede geç kalmaya gelmeyecek.”

      Recep Efendi: “İşine bak babacığım, onlar