Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

Baba şaşırarak: “Fena mı dedim? Var mıdır bu lafımın cezası?”

      Kerim Efendi, Veysi ile Maşuk’a göz gezdirerek: “Bir yabancı tilkinin kulağına giderse görürsün sen hâlini…”

      Ali Baba pişmanlıkla başını eğerek: “İhtiyarlık bu… Tutamıyorum artık lafımı, bazen da idrarımı…”

      “Öyle söyleme, lafa idrar karıştırma… Sonra kahvene kimse gelmez.”

      Kahvenin bir köşesinde bu konuşmayı dikkatle dinleyen Veysi ile Maşuk’un biraz benizleri açıktı. Arada bir belirsiz birer kaygı uçuşan bakışlarla göz göze geliyorlardı. Kendilerinin biraz evvel uydurdukları Yavuzlar Çetesi yalanı ne çabuk böyle dallanıp budaklanarak bu kahvede önlerine çıktı? Onlar on iki kişi demişlerdi, bu sayı ne çabuk kırklandı?

      Patlıcan Ahmet nasıl çabucak yakayı ele vermiş? Elbette polis bu mantarcıdan, konuştuğu Yavuzlar Çetesi hakkında bilgi sormuştur. O da gördüğü suratları, kıyafetleri tarif etmiştir. Demek kendileri şimdi orada, o anda tehlike içinde bulunuyorlar. Fakat Muhsin de nerede kaldı?

      O esnada kahvenin kapısı yine açıldı. Başına kalpakla takke arasında acayip bir şey giymiş pek genç, ak pak, güzelce zıpırın biri içeri girdi.

      Recep Efendi: “İşte Aziz geldi. Ben onu orada bıraktımdı. Salak, nasıl oldu anlat.”

      Aziz, ağzı kulaklarına kadar uzanan yalvaran bir sırıtışla: Biriniz bir cigaralık tütün veriniz, biriniz de bir kahve ısmarlayınız. Sonra anlatayım. Neler oldu neler…”

      Ali Baba: “Ulan Aziz, paran olduğu vakit karşıki İsmail’in kahvesine gidersin, olmadığı vakit buraya gelir, kahveyi hep beleşten içersin.”

      Aziz: “Darılma babacığım… Gücendinse gideyim. Paramın olduğu vakti ben bilmiyorum ki sen bilesin. Bundan da al on paralık be… Kahvene müşteri gelmediği zamanlarda sen nasıl Pehlivan’ın pirelerini avlıyorsan ben de sokaklarda başıboş deve gibi salma geziyorum. Herkesin ağzında. ‘Eşek kadar herifsin bir iş tutmuyorsun!’ diyorlar. İş nerede be? Onun ucunu görsem dört elle sarılacağım. Geçenlerde iki elim böğrümde Köprübaşı’nda dolaşıyordum. Hanımın biri kucağıma bir çocuk uzattı. ‘Şunu Boğaziçi vapuruna kadar götürüver, sana on kuruş vereyim.’ dedi. Kısmetim budur dedim, vallahi hiç ağız açmadım. Tontonu kucakladım. Beş on adım gider gitmez pis bir koku ile midem bulandı. Kolum ıslandı. Yumurcak basurlu imiş anlarsın ya. Kakası bağrıma kadar işledi. Kısmetime çıka çıka işte bu çıktı. Murdarı oraya bıraktım savuştum. Anası arkamdan bağırıyordu: ‘Zararı yok… Zararı yok… Bu sabah şıra içti de öyle oldu.’ Şimdi akıllandım, çocuk taşıtacakları vakit kucaklamazdan evvel ‘Şıra içirdiniz mi?’ diye soruyorum.

      11

      Recep Efendi: “Aziz’e benden bir kahve yap baba…”

      Kiraz ağızlıklı adam iri tabakasını uzatarak: “Al evlat, benden de bir cigara…”

      Aziz tabakayı açıp kalbur gibi sallayarak: “Bunda tütün yok, iki tutamlık enfiye kalmış…”

      Kutuyu ortaya uzatarak: “Allah rızası için şuna biraz tütün koyunuz da sahibi de içsin, ben de ziftleneyim.”

      Veysi, Maşuk’un kulağına: “Bu aziz oğlan cana benziyor, onu çeteye alsak dört olurduk.”

      “Dört olup da tulumba mı kaldıracağız? Böyle tehlikeli zamanda ona nasıl açılırız? Bakalım kabul eder mi?”

      “Açlıktan nefesi kokuyor. Zavallının iki cigaralık tütünü bile yok. Köprübaşı’nda aç karnına boklu çocuk taşıyacağına çetemize girse beyler gibi karnı doyar, bize de çok yararlığı olur. Bacaklara bak, leylek gibi. Buna ‘seyrek basan’ derler. Beş adımda buradan Fatih’e seker. Kollara dikiz et, o ne kulaçtır be… Beş kişiyi birden kucaklar. Pençelere bak… Vay Yaradan’a kurban olduğumun, yapıştığı yeri ahtapot gibi kavrar. Çeneye kulak verdin mi? Bal gibi kıvamında bıçkın sakızı çiğniyor, anadan doğma halisüddem42 külhanbeyi… Hamal camal, birtakım abur cubur mahlukat karın doyursun da İstanbul’un böyle değerli, istidatlı evladı aç kalsın; yuf böyle memleketin ervahına! Bu çocuk kendisinin ne mal olduğunu bilmiyor, ben onun kalçası üstüne revolveri, yan böğrüne kamayı takayım iki günde cepleri yüz liralık kaymelerle dolsun; medet Allah, bak önüne geçen olur mu?”

      Aziz, birkaç nefes çektiği kahve ile cigarayı önündeki kirli masaya bırakarak hikâyeye başlayan meddah gibi iki elini birbirine şak şak çarpıp:

      “Hay Hak, kıssa-i dasitanımız şol mahalle gelmişti ki… Patlıcan Ahmet’i enselediler. Yok, dilim bizim sözlere kaçıyor, onun polisçe bir tabiri vardır. Ha, Patlıcan’ı ‘derdest’ ettiler. Üzerine sarımsaklı yoğurtla tavası hoş kaçar. Bunun dolmasını midem kaldırmaz. Öyle tohumluk acur kerata ki ne kadar aç kalsam benden yana paso… Patlıcan Ahmet polislerin ortasında giderken çarşı halkı arkasından hürya boşandı. Hiçbir paşanın bu kadar fahri yaveri yoktur. Ben alarga gittim. Polisten korkarım. Bir gün Sultanahmet mitinginde bir matmazelin tayyörünün cebinden mendil mi kese mi, işte öyle ipekli bir şey sarkmıştı. Düşmesin diye içeri itmek için elimi uzattım. Meğerse polis arkamda imiş, ense köküme bir haşlama indi. Miting halkı Sultanahmet Camisi’nin minaresine yıldırım düştü sandı. Gözlerimden ateş çıktı. İkinci patlangıcı indirmek için polis el kaldırdı. Tokadın altında kim durur? Rüzgâr gibi ben iki adım sektim. (Gülerek etrafına bakıp) ‘Memur-ı mumaileyhin’ eli hızını alamayarak bir ihtiyar hocanın beyni balâsında43 iftar topu gibi gümledi. Başında sarığı olmayaydı zavallı adamcağız tahtakurusu gibi yere yapışacaktı. Uzaktan baktım, hoca toprağa yatmış bol çakşırının içinde yarı kesilmiş kurbanlık koyun gibi debeleniyordu. Polis karanlıkta Ahırkapı feneri gibi pır pır ateş saçan gözlerini bana dikti. Dişlerini gıcırdatarak küfür defter-i kebirinden bir okudu… Ben kalabalığın içine daldım. Ondan sonra bakıcı hoca remil atsa nerede olduğumu bulamaz.

      Bir daha ne ben o polisi gördüm ne de o beni… Bir polis tayin olunduğu yerin girdisini çıktısını, benim gibi ‘sütbesüt’ beyzadelerin suratlarını belledi mi bereket versin onu oradan değiştirirler.”

      Hafız efendi: “Ulan Aziz, senin bütün bu dediklerin hepimize ‘Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler.’ mısrasını hatırlattı.”

      Aziz: “Günahıma girmeyiniz, ben yüreği saf bir çocuğum, matmazelin cebine elimi fena bir niyetle sokmadım. Ben uzun elli olsam bu sefil kıyafette böyle aç gezmem. Fakat tavcılık, hırsızlık dalaverelerine, polis işlerine çok merakım vardır. Bu merak yalnız bende değil ya, çarşı halkının yarısı bugün vakanın arkasında geziyor.”

      Kapıdan orta yaşlı, düşkünce kıyafetli biri daha girdi.

      Kahvedekiler: “Ooo Tahsin Efendi geldi. Nereden böyle?”

      “Çarşıdan…”

      “Ne haber?”

      “Sormayınız dehşet… İş büyüdü.”

      “Ne oldu?”

      “Tavcı Patlıcan Ahmet’ten başka Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlı yakaladılar. Nasılsa oralarda dolaşıyormuş. Ne büyük bir kumpanya imiş! Ne hırsızlıklar, ne cinayetler, ne melunluklar… Âdeta bir teşkilat diyorlar.”

      Ali Baba şaşkınlıkla Kahraman’ın kuyruğuna basıp hayvanı acı acı bağırttıktan sonra:

      “Heyyy birader artık bu memlekette kuru ekmeğini kırıp