Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

elini öpüyorum.”

      “Ben ne ustayım ne hocayım.”

      “Dudaklarım mübarek eline değsin de ben de faydalanayım.”

      Muhsin güle güle sağ elini çekip solunu uzatarak: “Berhudar ol, dert görme, kemik yala et görme, oğlum. Bunu da öp… İstersen istersen ayaklarımı da çıkarayım…”

      Maşuk: “Yeter… Burası çırak mektebi değil meyhane…”

      Aziz, hazin bir neşe ile gözleri sulanarak kadehini doldurup:

      “Ah, ilk hırsızlıklarımda ne kadar dayak yediğimi bilmiyorsunuz. Harp yıllarının açlıktan sokaklarda düşüp düşüp adamlar öldüğü bir zamanı oldu. İşte o vakit ben iki yumurta aşırırken yakalandım, arkama beş yumruk yedim. Ağzımdan kan geldi. O günden beri hâlâ betimi benzimi toplayamadım. İnsanlara, toklara, zemininden tavanına kadar tıklım tıklım zahire dolu mağaza sahiplerine, lokantalarda kartlardan istedikleri yemekleri seçmek hakkı olanlara derin bir kin bağladım. Böyle tımtıkız yiyeceklerle donanmış dükkânların, nefis kebaplar, balıklar tüten lokantaların önlerinden geçerken midem göbeğimden doğru çekilir, büzülür, açılır, sızlar, bir şeyler olur. Bütün ömrümde ona böyle lezzetli yiyecekler veremediğim için sanki bana lanetler eder. Bazı da masaların önünde domuz gibi kalın enseli, kırmızı pancar suratlı, ayı yapılı müşteriler görürüm. Fesi çıkarmış, başını tabağına eğmiş, her lokmayı yutuşunda hazzından gözlerini yumup açarak gövdeye atıştırıyor. ‘Artık yeme be herif, çatlayacaksın!’ narasıyla sokakları çınlatacağım gelir. Bazı da masa başında armut sapı boyunlu sıska, sarartma kimselerin önlerindeki tavuğu iştahsızlık tereddütleri içinde on defa evire çevire istemeye istemeye yediklerini görür de fena hâlde sinirlenirim. Bu, yemeğe karşı tokgözlü adamın ince ense köküne bir yumruk indirerek ‘Kalk be miskin, o tabağın başına ben geçeyim de tavuk nasıl yenirmiş gör. O nimetin kadrini bilmek için niyetsiz olarak aylarla döngel orucu tutmalısın.’ demeli. Pek sofu, namazcı kimseler üç ayları tutarlar. Biz evce altı ayları, seneleri tuttuk. Bu kadar mide işkencesi çektik. Hiç şüphesiz bu açlığımız sahici oruç gibi ahirete de sevap yazılmadı.”

      Aziz hepsine karşı yaltaklanmakla boyun kırarak dedi ki:

      “Ah ağabeylerim, velinimetlerim, sayenizde midem yemek, cebim para görecek. Şimdiye kadar çaldığım şeylerden karnımdan çok sırtıma yumruk yedim.”

      Veysi: “İlerisi belli olmayan bir iş için bize öyle peşin teşekkür etme. Bizimle beraber yumruk, belki de bıçak, kurşun yemeyeceğin ne malum. Oğlum bu iş götürü can pazarlığıdır.”

      Aziz: “Razıyım ağabey; miskin, aç gebermektense rızkımı kısmetimi bir başkasıyla çekişerek ölmek benim için şandır.”

      Muhsin, revolverleri nasıl aşırdığını anlattı. Hepsi takdir ile göğüsleri kabararak dinledi. Bu vurgunun heyecanıyla ateşlenerek kadehler doldu, tokalar yapıldı.

      Veysi, biten duziko şişelerini tazelettikten sonra sarhoşluğun henüz aşırıya varmayan tatlı neşesiyle arkadaşlarının yüzlerine candan birer tebessüm dağıtarak: “Size ehemmiyetli söyleyeceklerim var. Biz, işsizlikten, parasızlıktan, açlıktan küçük bir çete hâlinde toplandık. Henüz hiçbirimiz, elhamdülillah katil değiliz ve hiçbir vakit katil olmayalım. Mesela, gazetelerde okuyoruz: ‘Silahlı dört kişi filan yerdeki bakkal Panço’nun dükkânına giderek tehditle üç bin lira isterler, verecek o kadar parası olmadığını söyleyen bakkalı yaralayarak ölü bir hâlde orada yere serip savuşurlar.’ İşte bu basbayağı, kötü, hayvanca, çirkin bir haydutluk. Biz böyle bakkala çakkala tenezzül etmeyelim. Çoğu kendi yağıyla kavrulan esnafa el uzatmayalım. Cemiyetin zavallı insanlarını soyanları soyalım. Bakınız ilk vurgunumuz nasıl oldu! Biz tavcılardan yarı yarıya pay aldık. Ellerinden hepsini kapıp savuşabilirdik. Lakin onlara da bıraktık. Emeklerinin hakkını tanıdık. Bu centilmence bir çarpış oldu. Onlardan tavcılıklarının vergisini almış olduk.”

      Muhsin: “Günahlarının cezasını verdik.”

      Maşuk: “Yahut günahlarının yarısını üzerimize aldık, ahiretteki azaplarını hafiflettik.”

      Aziz: “Ah, ben bu yağlı vurguna yetişeydim mantarcıların bütün günahlarını yüklenmeye razı idim. Cehenneme bedel kabul etseler ben zengin bir günahkâr ile pazarlığa girişirdim.”

      Maşuk: “Ulan Aziz, başkasının günahına bedel senin kendi günahının olmaması lazım gelir.”

      Aziz, “Bu ahiret alışverişinde ben çok para alırsam kendim için de ayrıca bedel verir cehennemden korunurum. Ben bir çocuk kadar suçsuzum. Daha dünkü cennet kuşuyum. Çaldımsa ancak karın doyuracak kadar çaldım. On para artırıp kasaya kilitleyemedim. İhtiyaçlarından yüz misli, bin misli, on bin misli daha ziyade aşırıp da âlemin rızkını bankalara hapsedenler düşünsünler. Mezarda Münkir Nekir gelirse yalnız şu arkamdaki yırtık partal elbiselerin sual cevabını vereceğim. Başka dünya malı tutmam. Bu iki melek ipek çorabından pırlanta kravat iğnesine kadar bilmem kaç yüz liraya giyinen şıkları bırakıp da benim şu kopuk kıyafetimle uğraşmak tenezzülünde bulunursa çok şaşarım.” dedi. Kadehini doldurdu.

      Veysi: “Ulan Aziz, sen mideni çok ateşleme, attıkça zevzek oluyorsun.”

      Aziz: “Ne yapayım ağabeyciğim, bu akşam benim için hayatımda pek az rastladığım bir düğün, bir bayram ziyafetidir. Bu rakıların, bu mezelerin karşısında da düşünmeye varmış bir derviş gibi susulmaz ya… İçimden gelen narayı zor tutuyorum.”

      Veysi: “Sakın ha… Sonra işi falso edersin…”

      Aziz: “Yüreğimden doğuyor. Rakı çingene körüğü gibi beynime üfürüp içinden bir şeyler taşırıyor. Eğer mektepleri yalnız dışlarından görmeye idim, akıl irfan öğrenmek için şapka giyilen memleketlere gideydim belki şair olurdum, belki muharrir, edip, profesör, konferansçı, işte öyle bir şeyler olurdum. O zaman sarhoş olup boyuna saçmaladıkça sözlerimde herkes derin manalar, hikmetler arardı. Ah zavallı ben, sefalet fideliğinde yetiştim. Bir insan aç kalmayınca, midesinin boşluğundan mortoyu çekmemek için öteberi aşırmadıkça, çaldığını cebine sokarken yakalanıp da karnından evvel vücudu şişinceye kadar marizlenmedikçe hayatı anlayamaz. Böyle yetişmiş yedi yaşında bir çocuk nimetler içinde ihtiyarlamış yetmiş yaşındaki bir moruktan daha bilgili, daha yaşlı demektir.”

      Veysi: “Aziz çenen pırtı. Onda bir, mola ver. Bak insanın bir ağzı var iki kulağı… Söylemekten çok dinlemek lazım olduğu bundan anlaşılıyor. Frenkler cilt cilt her tarafa hikmet satarlar. Onlara göre laf gümüş, susmak altınmış. Asri hikmet öğrenmek için arada bir gazete oku.”

      Aziz: “Kahvede gazeteler boş kaldıkça ‘kef esa ki pösteki’ diye ben de şavullarım. Paris’te, Londra’da, Amerika’da en ziyade laf söyleyenler susmak altındır diyen koca şapkalıların oğullarıdır. Konferansçılık illeti bize Frenklerden geçmedi mi? Herkesten yüksek bir yerde oturup üç saat ha dırlan ha, ha dırlan ha… Bu konferans çene oyununu çıkaranlar susmak altındır diyenler değil mi? Susmak altın, laf gümüş ise konferans da mutlaka bakırdır. Venizelos’un sözleri paslı tenekedir, Konstantin’in İzmir’deki nutukları çürük hırdavattır. Lloyd George köyde bir Protestan papazının oğlu imiş. Bu papaz oğlunun kasabasında yalın ayak gezdiğini yeminle anlatıyorlar. Verdiği nutukların bütün madenlerden aşağı birer kofti oldukları şimdi anlaşıldı. Aman bu Frenkler her yerde ‘hürriyet, medeniyet, müsavat’ ilan ederler. Çıkarlarına birazcık dokunur bir söz söyle de bak sana ne yaparlar?”

      Muhsin: “Aziz oğlum politikaya girme.”

      Aziz: