Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

uğramayalım.”

      “Korkma be… Gündüz ortasındayız. Hööt desek on polis koşar.”

      “Bu köpeklerin ağızlarından kemik alması kolay bir iş değil.”

      “Ben de biliyorum. Mantarcıları mantarlamak kolay bir iş değil ama şimdiki zamanda da canını tehlikeye koymadan para kazanılmıyor.”

      “Üzerinde ne silah var?”

      Veysi, arkadaşının kulağına eğilerek çıplak bir kelime mırıldadı.

      Maşuk: “Zevzekliği bırak canım…”

      “Şimdi hakiki bir canavar gibiyim. Kurdun dişi, aslanın pençesi, filin hortumu gibi tabiat bana ne silah vermişse işte onlar ile hücum edeceğim. Her zanaatın edevatı vardır. Şu tavcıları tavlayıp da para sızdırabilirsek haydutluk takımı düzeceğim. Revolver, kama, sustalı çakı… Daha neler lazım olduğunu elbette öğreniriz. Bu acuz heriflere de gidip hıyar gibi çatılmaz, hakkın var. Haydi git şuradan iki dilim ekmek peynirle iki küçük karpuz al. Ben buradan ayrılmayayım. Bu dolandırıcı grubunu gözetleyeyim. Onlar gırtlaklayacak adam bulamazlarsa birbirlerini boğarlar. İçlerinden birinin zıbarması insaniyete büyük zarardır.”

      “Daha midem dolu… Ekmek peyniri nereme sığdıracağım?”

      “Allah’ına şükret ulan, bu zamanda midesi dolu insana yüzde bir tesadüf edilmiyor. Bugün dolu ise on gün boş duracağını falcı olmadan kestirebilirim. Çöl devesi gibi bulduğunu işkembene doldur. Sonra bulamadığın vakitte geviş getirirsin. Haydi baba torik uç bakalım…”

      Maşuk seğirtti. Birkaç dakika sonra nevale ile geldi. Yiyintiyi paylaştılar. Ellerinde birer dilim ekmek peynir, koltuklarında birer ufak karpuz ile yürürlerken Veysi: “Ulan, dikkat et, sahneye çıkıyoruz. Mantarcı oyununun taklidini aldık. Çal, ahbaba temaşa ettireceğiz.”

      Bir deliğini tıkadığı burnuyla zurna sesi çıkararak: “Düm… Düm tek… Düm tek…”

      “Ulan cıvıtma işi… Zuhuriye34 mi çıkıyoruz?”

      “Yürü be… Çalgısız oyun olmaz.”

      Tavcıların yanına doğru ilerlediler. Veysi cakalı bir yürüyüşle yaklaşarak: “Selamünaleyküm ağalar…”

      Bu yanaşma ve selamdan memnun olmayan ağalar soğukça karşılık verdiler. Fakat iki delikanlı bu hoşnutsuzluğa dikkat etmemiş gibi görünerek hemen onların burnunun dibine oturup bacaklarını setten aşağı sarkıttılar. Karpuzlarını bıçakladılar, peynir ekmeklerini çiğnemeye koyuldular.

      Mantarcılarda sözlerin perdesi alçaldı, hemen fısıltı derecesine indi. Reşide, bu gençlerin yüzlerine dikkatle baktıktan sonra eğildi, Patlıcan Ahmet’in kulağına bir şey söyledi.

      Veysi de ağzını arkadaşının yanağına yapıştırıp: “Karı bizi çaktı galiba… Fakat ehemmiyeti yok… Kurnazlığa alay karıştıracağım. Dikkat et, sen de benim izimden gel.”

      Maksatları bilinmeyen bu iki yabancının yanlarına bu kadar sokulmaları ve sonra bu fiskosları Patlıcan Ahmet’i sinirlendirdi. İçerlediğini gizleyemeyerek: “Tramvayda değiliz, tünelde değiliz. Bu geniş viranelikte bize bu kadar bitişmenin manası var mı?”

      “Ah, ağabeyciğim kanınız o kadar tatlı, gönlümüz size o kadar çabuk aktı ki müsaade etseniz hemen koynunuza gireceğiz.”

      Patlıcan süzük bir hakaret bakışı ile: “Acayip…”

      “Evet. Pek acayip… Sizin üzerinizde bir tılsım var, tramvayları koşturan elektrik gibi bizi çekiyor.”

      “Biz öyle yapışkanlıktan hoşlanmayız.”

      Hımhım Osman düşmanca bir kaş çatışıyla: “Yankesici midirler, nedir bu oğlanlar? Peşimize iki serseri düştü diye polise haber vermeli.”

      Veysi: “Üzerimize yorduğunuz şeye bak. Biz sizi sevdik, siz bize hakaret ediyorsunuz. Polisle bizim alışverişimiz yok.”

      Moloz Agâh: “Sizin ne çeşit mal olduğunuzu polis anlar.”

      Maşuk: “Bizim hâlimizde şüphe uyandıracak ne gördünüz?”

      Boğmaklı Reşide kart bir Gerze horozu sedasıyla lafa karışarak: “Nuruosmaniye Caddesi’nden beri beni kolluyorsunuz. Biriniz arkamdan geliyor, öbürü önümden gidiyor. Karmanyolacı mısınız,35 üzerimden ne kokusu aldınız bilmem ki? Ben her gün yiyeceği ekmek peynirin yolunu arayan fakir bir adamım. Nafile yoruluyorsunuz.”

      Tavcı karı, bu delikanlıların sezinledikleri bir şey varsa kızdırıp da söyletmek için böyle damarlarına basıyordu.

      Veysi, bu ithama hiç hiddetlenmiş görünmedi, aksine yumuşak bir sesle: “Biz seni bön bir adam zannettik ama aldanmışız. Arkandan geldik, iyi dikkat etmişsin ağam bunda hakkın var. Lakin ne için geldiğimizi anlayamamışsın.”

      Reşide alayla: “Ahu gözlerime vurulup da gelmediniz ya?”

      “Bizi arkandan çeken sebep büsbütün başka. Pek tuhaf bir şey…”

      “Ne imiş o tuhaf şey?”

      Veysi küçük küçük bir iki gülme fıkırtısı geçirdikten sonra:

      “Ağam, Nuruosmaniye Caddesi’nde sana rast geldik. Yüzünü gördüm hoşlandım. Arkadaşıma, ‘Bak ne güzel bir köse gidiyor.’ dedim. O, gülerek, ‘Bu adam köse değil, ak ağadır.’36 dedi. İşte gençlik, işsizlik bu… Aramızda kösedir, ak ağadır diye bir iddiadır tutturduk. Nesine biliyor musun? Rakısıyla karısıyla bir gece eğlentisine… Fakat halli zor mesele… Senin ne olduğunu yine senden başka kimden öğrenebilirdik? Birdenbire gelip sormaya utandık… Arkandan buraya kadar yürüdük. Gece cümbüşüne seni de beraber götüreceğiz. Eğer köse isen bizimle beraber tam zevk edersin. Ak ağa isen maatteessüf eğlencenin yarısına iştirak edebilirsin. Söyle nesin? Lakin yalan söyleme. Biz adamı yoklarız ha!”

      8

      Bu “yoklama” sözüne mantarcılar hep gülüştüler. Yalnız Boğmaklı’nın can sıkıntısından benzi attı. Ne oldukları bilinmeyen bu iki delikanlı kimdi? Şüphesiz bu söyledikleri doğru değildi. Peşinden gelmelerinden maksatları ne idi?

      Reşide, tavırlarıyla arkadaşlarına bunda gülünecek bir şey olmadığını anlattı. Çatkın bakışlarıyla onları uyandırmaya çalıştı. Böyle tehlikeli şakayı kısa kesmek için:

      “Ben öyle davete, cümbüşe gider adam değilim. Benim ak ağaya benzer nerem var? Keşke onlar gibi olsam… Yiyecek düşünmem, giyecek düşünmem, kira düşünmem, sarayların sıcak bir köşesinde işsiz güçsüz yan gelip otururum. Burada ne işim var?”

      Veysi: “Merak etme, o ak ağalar, kara ağalar eğer bulabilirsen ekmek peynirlerini yakında gelip viranede senin öbür yanında yiyecekler. Evvelleri Osmanlı mülkünü idare eden, masallarda bile bir dudağı yerde, bir dudağı gökte diye dehşetiyle anlatılan bu korkunç, kuzguni hadım ağalarından birini dilenci kılığında gördüm. Hâline içim acıdı. Neden bu sefalete düştüğünü sordum. Anlattı. Buradaki Mısırlılardan birinin sarayında imiş, saray kapanmış, eline bir kâğıt beş liralık vererek bu zavallıyı iskete gibi kafesten azatlamışlar. Mısır’a gitmek istemiş. Para yetmemiş. Birkaç gün orada burada sürünerek elindekini de yemiş. Şimdi ne yapsın?”

      Hımhım Osman:

      “Ne yapabilir ki? Bu Arap’ı beslemek için koca bir saray yapmalı. İçini