Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

“Altı yüz lira…”

      “Malımın daha değeri vardı. Kapatıyor musunuz ayol?”

      Ahmet işaret parmağını ağzına götürerek karıya susma işareti verip: “Kes sesini… Kısmetin bu kadarmış. Allah’ına şükret…”

      Mahfazayı Reşide’nin elinden çekip paltoluya uzatarak: “Al efendi hayrını gör…”

      Birkaç adım açıldıktan sonra: “İşte bu, bu kadardır. Gel şimdi arkamdan Hacı Muammer’in dolabına gidelim. Verdiğimiz altı yüz liranın on dakika içindeki yüz kayme faizini alalım.”

      Yaptığı kârlı işin çarpıntısıyla hafif bir sevinç baygınlığı geçiren müşteri, bir kazaya uğratmamak için mahfazayı sımsıkı avucunda tuttuğu elini paltosunun en derin cebine indirerek kendisine iyilik yapanın arkasına düşer.

      Patlıcan Ahmet, kendi peşinden kös kös gelen adamı dolambaçlı, kalabalık yollardan götürür. Sonunda Bedesten kapısına, mezat yerine gelirler. Bin ayak bir ayak üzerinde… On beş kişiye sürtünmeden iki adım ilerlemek kabil değil… Didişme, itişme, kakışma, bağrışma, hırlaşma bir kıyamettir gidiyor. Boğmaklı Reşide’nin müşterisi pek alışık olmadığı bir insan kaynaşması içinde iyilik eden insanı kaybetmemek için serbest kalan elini herifin omzuna atar. Fakat birkaç adım sonra elinin altındaki omuz şiddetle silkinerek kendine döner. Koca burunlu ekşi bir suratla göz göze gelir ve şu azarı işitir:

      “Çek elini terbiyesiz, omzumu küpeşte mi sandın? Ne dayanıyorsun?”

      Şaşkınlık içinde kalan zavallı tüccar: “Fakat siz Muhammin Sadık Efendi değil misiniz?”

      “İşte görüyorsun ki değilim.”

      “Nasıl olur bu iş? Ben şimdi onu nerede bulacağım?”

      “Ne bileyim ben? Hâlâ söylüyor? Divane midir nedir?”

      “Efendi, kızma. Ben buralı değilim. Arkadaşımı kaybettim. Mühim bir işimiz vardı. On dakika geç kalırsak yüz lira kaybedeceğiz. Bedesten’de Hacı Muammer Efendi’nin dolabını biliyorsanız bana salık veriniz.”

      “Ben o isimde adam tanımıyorum.” cevabıyla bu aksi adam yürür gider.

      Zavallı müşteri oraya sokulur, buraya bakınır. Muammer Sadık Efendi’yi andırır bir surata rastlayamaz. Sonunda düşünmek için Bedesten kapısının sövesi yanında bir yer arar. Arkasını verir, gelip geçenlerden dirsek yiyerek, tellalların, münadilerin bin türlü feryatları içinde zihni bulanarak düşünür.

      Muhammin Sadık Efendi’yi kaybetti ise ne zarar? Değerli broşun mahfazasını avucunun içinde sımsıkı tutmuyor mu? Tutalım yüz lira kâr edemese bile onu istediği anda altı yüz kâğıda satamaz mı? Haydi satmayıp da kızına hediye götürmüş olsa bu işten ne zarar edecek? Bundan başka dolap sahibi Muammer Efendi’yle Muhammin Sadık’ı bulmak da olmaz bir iş değil…

      Birkaç kişiyi daha Sadık’a benzetir, arkalarından koşar, kollarından çeker. Azar işitir, alaylara uğrar.

      Sonra Bedesten kapısının sağ tarafından başlar. Her dolap önünde durarak Hacı Muammer adını tekrarlar. Çoğundan tek bir kelime, sadece bir baş işaretiyle hayır cevabı alır. Bir çıkar kokusu almadıkça insanların kendi cinslerine karşı ne kadar kayıtsız ve hatta insafsız olduklarına şaşar. İki yanlı bütün dolapları dolaşır. Farkında olmadan ilk sorduğu yere ikinci defa olarak yine aynı şeyi sormak için aynı sual ile başvurur. Bütün kafalar hayır cevabıyla ve bu defa daha ekşi suratla yukarı kalkar. Bu ikinci dolaşışta nihayet esnaftan biri sinirlenerek öfke ile sorar:

      “Aradığın bu Hacı Muammer kimdir?”

      “Ne bileyim ben? Onu siz bileceksiniz.”

      “Allah Allah… Senin bilmediğini ben nasıl bilebilirim?”

      “Canım, Hacı Muammer, o da senin gibi bu Bedesten’de dolap sahibi… Siz esnaflar birbirinizi tanımaz mısınız?”

      “Behey adam, sen ne masal okuyorsun? Otuz beş senedir bu çarşıda dolap sahibiyim. Esnafımızın içinde bu namda bir adam tanımıyorum.”

      “Sen tanımıyorsan Muhammin Sadık Efendi pekâlâ tanıyor.”

      “Al sana Bedesten’imize büsbütün yabancı olan bir isim daha… Muhammin Sadık Efendi de kim oluyor?”

      Dolap sahibinin Bedesten hakkındaki bu bilgisizliğine artık kızmaya başlayan tacir:

      “Bu çarşıda otuz beş senelik bir eskilik iddia edip de Hacı Muammer ile Muhammin Sadık’ı tanımamak nasıl olur?”

      “Vücudu olmayan kimseleri ben nasıl tanırım?”

      “Muhammin Sadık Efendi ile şimdi şurada görüştük. Sadık mevcut olduktan sonra Hacı Muammer niçin bulunmasın?”

      “Sen saf bir adama benziyorsun. Hacı Muammer’i ne yapacaksın?”

      “Bu İstanbul’da doğru, Müslüman kimselere ‘saf’ diyorlar. Hacı Muammer’i broş işi için arıyorum.”

      “Nasıl broş?”

      “Şimdi şurada cennetlik hatundan aldığımız…”

      “Yanında mı?”

      “Evet.”

      “Göster bakayım.”

      Paltolu adam hâlâ avucunun içinde tuttuğu mahfazayı cebinden çıkararak uzatır:

      “İşte…”

      Bedestenli kapağı açıp ilk bakışta ince bir gülümsemeyle: “Kaça aldın bunu?”

      “Doğru söylersem yine bana ‘saf’ diyecek misin?”

      “Sen söyle… Ben diyeceğimi bilirim…”

      Karadenizli tacir, Bedestenlinin kulağına eğilerek:

      “Altı yüz liraya aldım. Yedi yüze Hacı Muammer’e satacağız.”

      Bedestenli dudaklarından fışkıran kahkahayı tutamayarak: “Sana saf demek artık az gelir. Zavallılığını anlatmak için dört ayaklı bir kelime arayacağım.”

      “Anlayamadım… Niçin?”

      Bedestenli sol elini yumup başparmağı ile işaret parmaklarının kıvrılmalarından peydah olan deliğin üzerine sağ avucuyla patadak vurarak: “Seni işte böyle mantarlamışlar da onun için…”

      Tacir büyük bir şaşkınlıkla: “Neremden mantarladılar? Ben hiçbir şey duymadım.”

      “Şimdi duyarsın… Bu broş camdır, altmış kuruş etmez…”

      Karadenizli birdenbire afallama ile burnundan soluyarak: “Sahi mi dersin?”

      “Sana yalan borcum yok…”

      Zavallı adam üzerine yıkılmak için yerde bir iskemle arayarak: “Neremden mantarlandığımı anladım şimdicik…”

      6

      Üç delikanlı karşıdan bu tavcılık faciasını seyrederken Veysi birkaç defa “Şu Karadenizliyi uyandıralım, herifçeğizi fena yakacaklar.” demiş fakat Maşuk’tan: “Bırak sen de… Mademki bu andavallı herif cebinde birkaç yüz lira ve bu akılsız kafasıyla buralarda dolaşıyor, nasıl olsa o, soyulmaya mahkûmdur. Şimdi bu dünyada aldanana, soyulana, yanana, ölene acıyan kaldı mı? Şimdi, herkes ne şekilde olursa olsun her gördüğü maceradan kendine bir pay çıkarmanın yoluna bakıyor. Adaletçilik sana bana mı kaldı? Böyle davalara bakmak için kanunlar yapılmış, daireler açılmış, nazırlar, memurlar tayin olunmuş. Buralarda tavcılar,