eğilip bir kolunu boynuna doladığı Veysi’nin ta göz bebeklerinin içine bakarak:
“İcap ederse anam babam…”
Muhsin: “Ne demek istiyorsun?”
Maşuk: “Zengin herifin biri bu elması buradan alacak, hoşlandığı bir karının gerdanına takacak.”
Muhsin: “Ah anam…”
Maşuk: “Karı kırım kırım kırıtacak… Ötesini anlarsın ya…”
“Anladık… Ballandırma. Damarlarım şaha kalkıyor.”
Muhsin: “Sen hoşlandığın karıya ne takarsın ulan?”
Veysi: “İki sarımsağın ortasına bir kırmızıbiber…”
Muhsin: “Bu yılbaşında sen aftosa ne taktın?”
Veysi: “Benimki Rum’dur. Salyangozdan hoşlanır. Onun hediyesi bir sümüklü böcektir.”
Maşuk: “Zevzeklik ediyorsunuz, bana laf söyletmiyorsunuz.”
Muhsin: “Ulan deminden beri şaşkın bakkalın tarator havanı gibi ağzın işliyor da yine laf söylemedim diyorsun.”
Maşuk: “Birisi Bolşevik kitabında okumuş, bana anlattı. Ben de bize geçecektim.”
Veysi: “Aman yekûn çek… Bizim kocakarının nasihati, dişsiz hocanın vaazı, pepeme profesörün konferansı kanıma dokunur.”
Maşuk: “Böyle şeylere ‘nazariye’ diyorlar.”
Muhsin: “Yok ulan, ‘prensip’ diyorlar.”
Veysi: “Nazariye, göz ile görülen şeylere diyorlar, prensip görülmeyenlere…”
Muhsin: “Gümmmm… İşte bu da attı. İçimizde feylesof yok ya yalanını çıkaracak! Ben Altay Rüştiyesinin yağmur borusundan icazetle çıktım.”
Veysi: “Ben Kaptan Paşa Mektebinin çöplüğünde mantar gibi boy attım.”
Maşuk: “Kendinizi bana mı anlatacaksınız be? Bırakınız martavalı size laf söylüyorum.”
Muhsin: “Haydi be ne yumurtlayacaksan yumurtla…”
Maşuk: “O karı gerdanlığı birkaç defa taktıktan sonra ya dolabına ya sandığına ya çekmecesine atacak.”
Veysi: “Ulan hâlâ mı gerdanlık? Şimdi gerdanına sövdürürsün billah…”
Muhsin: “Hangi karı bu? Anlayamadım.”
Maşuk: “Prensip söylüyorum, göz ile görülmez. Mevcut bir karı değil.”
Veysi, Maşuk’un burnuna bir fiske savurarak: “Ulan aval, mevcut olmayan bir karının gerdanlığı olur mu?”
Muhsin: “Masal söylüyormuşsun da başlarken niçin ‘Bir varmış, bir yokmuş…’ demedin?”
Maşuk: “Masal değil ulan prensip söylüyorum…”
Veysi: “Üfürmüşüm ben böyle prensibin içine…”
Maşuk: “Dinleyiniz be… Bakınız ötesi ne tatlıdır! Bolşevik prensibi söylüyorum.”
Muhsin: “Bolşeviklerin prensiplerini yiyen Ruslar buraya can attılar. Tadını onlardan sormalı…”
Maşuk: “İşte bu Kuyumcu Çarşısı’nda gördüğünüz bu kadar elmaslar, güzel, oynak karılara süs olmak için burada nöbet bekliyorlar. Avuç avuç liralar pırlanta şeklinde kadınların kollarında, göğüslerinde, başlarında pırıl pırıl ışıldayacak, karı düşkünü birtakım heriflerin gözlerini doyuracak, kalplerini çarptıracak, kanlarını ateşleyecek, sen ancak ayda iki defa döner kebabı yiyebileceksin. Senden daha zavallıları hiç ağızlarına koyamayacaklar. Ulan, bir kere düşününüz, parasızlıktan haftalarca döngel orucu tutan betleri benizleri toprak rengi bağlamış, sararıp solmuş bunca zavallılar var iken on bin, yirmi bin liranın zengin fakat kalpsiz bir herifin gözlerini nurlandırmak için fındıkçı bir karının gerdanına asılıp kalmasının ne demek olduğunu bir kere aklınızla şavullayınız!”15
Muhsin düşünmek için biraz somurtarak: “Ulan sahi be…”
Maşuk, ateşini arkadaşlarına aşılamaya uğraşır bir gayretle: “Şimdi bu camekânlarda gördüğünüz bütün elmaslar senin, benim, bizden daha ziyade açların, hapsedilmiş haklarımız, rızıklarımızdır.”
Muhsin: “Bu senin söylediklerin prensip mi?”
Maşuk: “Prensip… Çünkü camekânlardaki elmaslar göze görünür. Fakat onların senin, benim gibi kese ve karınları boşların hakları oldukları keyfiyeti görünmüyor. Bu ince racon kafana dank dedi mi?”
“Ama iyice katalaviz?”16
“Katalava…”17
Maşuk ciddi, düşünceli bir tavır almaya uğraşarak: “Bu dünyada insanlara hâkim olmak için iki şey vardır. Bunlar nedir, bilir misiniz?”
İkisi birden:
“Biliriz. Birincisi para, ikincisi yine para…”
“Bilemediniz. Birincisi kuvvet, ikincisi kurnazlık… Para, insana bu iki şeyden sonra gelir. Kuvvetle kurnazlık bir adamda birleşirse dünyayı altüst eder. ‘Kurnazlık’ yani herkesi aldatarak işini görmek… Bu dünyada en adi bir tavcıdan en yüksek bir politikacıya kadar bütün insanlar birbirlerini aldatarak işlerini yürütebilirler. Kuvvet sahibi olursan zayıfın suratına yumruğu indirip ağzından lokmayı daima alabilirsin. Bu zorla almanın dağda ve şehirde iki şekli vardır. Dağdaki pek sadedir. Kaplanla ceylanın, kurtla koyunun arasında olduğu gibi normal kuvvet kanununa bağlıdır. Şehirdekine ‘kanun dairesinde’ hile ve kurnazlık karışır. İyi avukat olmayan, davasını becerikli vekillere vermeyen her vakit hakkını kaybeder. Kanunların birçok lastikli yeri vardır. Bu öyle bir kuvvettir ki onu ellerinde kullananlar lazım olunca istedikleri gibi eğip bükmek ustalığına sahiptirler. Kanunun korunmasına sığınarak pek adi bir tefeci evire çevire istediği gibi senin derini soyar.”
Muhsin: “Ulan, bu kadar avukatça lafları nereden öğrendin? Kanun manun karıştırıyorsun. Sen evvelden masraf pusulasını doğru okuyamazdın. Kaç defa gül şurubunu kel şurubu okudun!”
“Ulan ben kanundan çakmaz mıyım? Babam adliyede değil mi?”
“Baban adliyede ise mahkeme reisi değil ya zavallıcık bir mübaşir… ‘Apukatlık’ öğrendinse büyük anamın mahalle mundarından (muhtarından) alacağı var, istedikçe herif ıvır zıvıra kaçıyor, türlü martaval okuyor, âdeta bizi hapse attırmakla korkutuyor. Şunu içeri ver Allah aşkına. Seni bir akşam Mariçe’nin karyolasında çift yatırtırım.”
“Dur be… Lafımı bitireyim. Evet, bu dünyada nereye gitsen senden kuvvetli, senden kurnazının elinde uşak olursun.”
Muhsin yumruklarını sıkıp pazılarını göstererek: “Neye uşak olayım? İşte ben kuvvetliyim.”
Maşuk: “Ulan, öyle kuvvet ayıda da var. Siz zannediyorsunuz ki beş on senedir muharebe hudutlarda oluyor. Hayır, muharebe her gün şehirlerde halkın arasında oluyor. Herkes sabahtan akşama kadar birbirini aldatarak yaşıyor. Bakınız şu ihtiyar kuyumcuya… Elindeki mahfazayı karşısındaki genç müşteriye ne kadar ballandırarak yutturmaya uğraşıyor. Kıvrık çenesinin üzerinde çürük dişleri seçilen pörsümüş ağzı müşteri kandıracak yalanlara o kadar idmanlı ki sözleriyle karşısındakini düpedüz efsunluyor. Biraz ötede elinde sepetle giden herif, ‘Âlâ