Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

Bazı müşteriler bilirsiniz sanki bunda yarım bir banyo ederler. Dirseklerine kadar ellerini yıkarlar. Kabil olsa, utanmasa ayaklarını da yıkayacak. Bu kimselerin evlerinde su yoktur acep? Bunda cami musluklarını görmezler? Sessizce yıkansa babasının canına rahmet… Hayır, burnuyla zurna çalar, boğazıyle hır hır eder. Ne pis balgamlılar vardır canım… Müşteridir ne dersin? Cebinde iki kap yiyecek kadar paran vardır ama kafanın içinde böyle temiz bir lokantada oturup taam yemeğe kâfi terbiyen yoktur deyi suratına karşı suval olunur hiç?”

      Herkes fikrini söyledi. Gürültü şiddetli devrini geçirdi. Kapıdan içeri genç bir müşteri girdi.

      Muhsin, tabağının içindeki son salçaları ekmeğine içirmekle uğraşan arkadaşını dürterek:

      “Bak, kim geliyor?”

      Veysi başını kaldırarak: “Maşuk Ahmet…”

      Gelen, kendisine sırıtan bu iki suratı gördü. O tarafa yürüyerek sordu:

      “Yanınızda yer var mı?”

      Muhsin: “Şuraya, uca sıkışırsan…”

      Maşuk Ahmet: “Yahu, bütün lokantalar dolu… Yol üstüne kadar iskemle atıp masa koyuyorlar, yine oturacak yer bulunmuyor.”

      Veysi: “Bunun neden olduğunu bilmiyor musun?”

      “Açlıktan başka neden olabilir?”

      “İstanbul’da aç çoktur ama hepsi lokantaya gidemez. Bu kalabalık dün aylık çıktığı içindir.”

      Muhsin gülerek: “Ulan sen aylık çıktığı için mi geldin? Parayı dün akşam karıdan aldın.”

      “Hacının aylığı çıktı. Ben karıya ay başlarında uğrarım.”

      Veysi, yemekten şişmiş yarım avurduyla: “Hoş geldin Maşuk, nasılsın? Keyfin dızlak mı?”

      Maşuk, duvar ile masa arasına sıkışıp yemek listesini süzerek: “Bir terbiyeli paça gel…”

      Bu emri gürültüye karışır.

      Paçayı bekleme arasında Veysi:

      “Maşuk neredesin? Gözükmüyorsun.”

      Maşuk, dalgın dalgın:

      “İşim var da…”

      “Ne işi?”

      Muhsin dudak ucunun alaylı gülümseyişiyle: “Ay bilmiyor musun? Onlar şimdi tavcılığa başladılar. Anası babası hep evcek çalışıyorlar…”

      “Alay etme be… Kanun, nizam dairesinde bir iş… Buna tavlacılık9 mı denir?”

      Muhsin: “Yakında on bin liralık bir paraya konuyorlar…”

      Maşuk: “Yok canım, işi büyültüyorlar. Üç, dört bin lira belki…”

      Veysi: “Üç dört bin lira fena mı ulan? Beş lira için ananın saatini rehine koyduğunu unuttun mu? Şimdi neden böyle paket dolusu paraya dudak büküyorsun?”

      Muhsin: “Zenginlik öyledir. İnsan buldukça bunar. Kocakarı ölmedi mi daha?”

      Maşuk: “Bırak Allah’ını seversen… Ben hiç böyle kertenkele karı görmedim. Şimdi ölüyor sanıyorsun, diriliyor. Bize, bir hafta yaşamaz dediler, iki ay oldu. Cadı gittikçe sırımlaşıyor. Ölmeye hiç niyeti yok.”

      Veysi: “Bu ne iştir? Birisinin ölümünü mü üstünüze aldınız?”

      Muhsin: “Hah, işte şimdi iyi buldun. İşte öyle bir şey…”

      Veysi: “Vay canına be… Böyle açıkgözlülüğe bayılırım. Dört beş bin liralık bir dalavere… Vay babam vay… Biz sade akıntıya kürek çekiyoruz. Hacının aylığı çıkacak da ben Necibe’yi kandıracağım. O da kocasını dolaba koyacak da benim elime iki üç lira girecek. Ahiretle dünya arasında komisyonculuk mu başladı? Arkadaş bu işe beni de ortak etsene… Yükün en ağırını üzerime alırım…”

      Maşuk: “Haydi işine be… Biz kazandık da sana kaldı!”

      Veysi: “İşte bir yağlı avantanın içine girmişsiniz ya… Zihni açık, ayağı tetik, eli çabuk bir yardımcı isterseniz o da benim.”

      Maşuk: “Teşekkür ederiz, yardımcı lazım olacak bir iş değil.”

      Veysi: “Kârınızı kimse ile paylaşmak istemiyorsunuz… Pekâlâ… İşi anlat da bakalım, dünyada neler oluyor öğrenelim.”

      Maşuk: “Şimdi karnım aç, canım hiç laf etmek istemiyor. Bizim terbiyeli paça nerede kaldı? (Haykırır) Paça nerede?”

      Garsonun biri ötekine bağırır:

      “Beyin paçasını…”

      Muhsin gülerek: “… Köpek ısırdı.”

      Maşuk: “Alay etme be… Karnım o kadar aç ki şimdi bir tarafından kavrarım ha…”

      Muhsin: “Benim sinirli vücudumun neresinden kavrayacaksın? Yamyamlığın varsa (Agavni’yi göstererek) şu matmazelin gevrek bir tarafını seç…”

      Maşuk bütün açlığıyla kıza bakarak: “Ah anam, onun her tarafı köftelik, her tarafı ilik…”

      Veysi: “Maşuk, doğru söyle, matmazeli yemene izin verseler, ne tarafından başlarsın?”

      Maşuk: “Bilmem, pek oburluğum var. Gerdan söğüşünden mi?”

      Muhsin: “Tatlı dilinden mi?”

      Veysi: “But kızartmasından mı?”

      Maşuk: “Vallahi açlıktan ağzım sulanıyor, imrendirip durmayınız be… (Agavni’ye haykırarak) Matmazel, hani bizim paça?”

      Agavni, aşçıya seslenerek: “Beyin paçası…”

      Muhsin: “… Boklu …”

      Kız, bu iğrenç kelimeyi işiterek yüzünü ekşitip kaçar.

      Maşuk: “Yut be… Lokantanın içinde böyle laf söylenir mi? İşte kızı kaçırdın.”

      Agavni, uzaktan: “Sirke sarımsak ister?”

      Maşuk yavaşça: “Gel de şimdi buna ‘minimini mintoni’ deme bakalım. (Hızlı) İster ister, terbiyeli dedik a…”

      Sonunda paça gelir. Maşuk, yutkuna yutkuna kızın yüzüne bakarak: “Bak, bunlar bana ne diyorlar?”

      Agavni: “Kıyak bir laf ediyorlar?”

      “O kadar karnın açsa matmazeli ye diyorlar.”

      Agavni yapmacık bir korku ile yüzünü avuçları içine alarak: “Ah aman ‘mega’10 ben bu ağzı kullanan adamlardan korkarım. (Uzaklaşarak) Aman kaçayım bana yiyecekler.”

      Muhsin: “Kaçma kaçma. O, pisboğazlılığından söylüyor. Tencerede erkek kıvırcık eti dururken maryayı ne yapacağız!”

      Veysi haykırır:

      “Matmazel bir şarap getir.”

      Agavni tencerelerin başındaki patrona: “Bunlara şarap vermeyelim.”

      “Ne için vermeyecekmişiz?”

      “Çünküm bu ipsizler zaten saroşa benziyorlar, birkaç da şarap atarlarsa bilirsin dükkânın dibini üstüne getirirler.”

      “Boş laf etme Agavni… Ben onların midelerine acıyacağım? Ben şarap satacağım, ben aksatama bakarım. Ver şu tezgâhın altındaki bozuk şaraptan… İstedikleri kadar içsinler. Ne bok olurlarsa olsunlar. Meyhaneci