Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

sen de cilveyi pek ileri götürdün a… Lop tarafından birkaç hap ederlerse ben de sana oh diyeceğim.”

      “Yağma yok kuzum.”

      “Bilirim, bilirim… En tatlı tarafını belalı sevgilin Agop’a saklarsın. Türklere çerezliklerini peşkeş verirsin.”

      Agavni kadehleri doldurup götürür.

      Muhsin, ikinci yudumdan sonra:

      “Matmazel yanlış getirdin be… Şarap koyuyorum diye sirke şişesini boca etmişsin.”

      Agavni: “Yanlış değildir efendim, yıllanmış fino şaraptır. Herkese vermeyiz. Bunları dostlar için ayırt etmişizdir. Sen ağzının tadını bilmiyorsun. Şaraba bahana bulorsun.”

      3

      Üçü de Kaspar Ağa’nın bozuk şarabıyla lokantadan oldukça çakırkeyif çıktılar. Bir sıraya kol kola girdiler, fesleri eğdiler. Bir şeyler aramaya gidiyorlar; “bir para” diyenin üstünde kalacaklardı.

      Rastladıkları birkaç kadına sulandılar, kendi hâlinde giden bir iki kişiye omuz vurdular.

      Kuyumculardan geçerken camekânlarda pırıldayan gerdanlıklara, broşlara, bileziklere, küpelere, yüzüklere bakarak Maşuk dedi ki:

      “Memlekette emniyet yok, emniyet yok diyorlar. Bu iddiaları doğru olsa yüzlerce lira değerindeki bu elmaslar böyle pırıl pırıl sokakta durur mu?”

      Muhsin, dirseğinin ucuyla arkadaşının böğrünü kakıştırarak: “Ulan, böyle hıyar gibi laf etmesene…”

      “Hıyar ile lafımın arasında ne benzerlik buluyorsun bal kabağı?”

      “İkisi de tuzlanmadan yenmez.”

      “Tuzlayayım da buyur bakalım, lafımı nasıl tenavül11 edeceksin göreyim.”

      “Elmaslar sokakta değil, cemekânın içinde duruyor.” “Camekân nerede duruyor?”

      “Dükkânın önünde…”

      “Dükkânın önü nerede duruyor?”

      “Ananın örekesinde…”

      “Anamı lafa katarsan işe ben de babamı sokarım.”

      Veysi ikisini de omuzlarından tartaklayarak: “Haydi be… Haydi be… İkiniz de zedagânlığınızı12 şimdi meydana koyacaksınız. İnsanlıktaki çeşidinizi ben biliyorum, yetmez mi? Çarşı halkına karşı bunu göstermekten ne şan kazanacaksın?”

      Çabuk barışırlar. Şimdi sadece barışmaya da kanamayarak muhabbetlerini perçinleştirmek için birbirlerine sarılıp öpüşürler.

      Kuyumcular Çarşısı’nın ortasından giderlerken Yeşildirek Muhallebicisi tarafından “Yaşasın!” sesi gelir.

      Üçü birden ellerini havaya kaldırarak gür sesleriyle bu avaza katışırlar:

      “Yaşasın… Yaşasın… Yaşasın…”

      Halk, “Ne var? Ne oluyor?” gibilerden birbirine bakışır. Kimse bu ansızın olan coşkunluğun neden ileri geldiğini anlayamaz.

      Yan yana giden iki efendiden biri bu bağıranlardan sorar:

      “Hayır ola evladım, iyi bir şey oldu inşallah!”

      Veysi: “Dün hacının aylığı çıktı. Biz bugün lokantada tıkındık, Agavni’nin elinden birkaç kupa şarap atıştırdık. Bundan daha iyi ne olabilir?”

      Efendi: “Yaşasın diye bağırıyorsunuz da…”

      Muhsin: “Elbette… (Eliyle muhallebici tarafını göstererek) Oradan gelen sese cevap verdik. O ‘Yaşasın!’ diye bağırırken biz ‘Ölsün!’ diyemeyiz ya?”

      Karşı karşıya dükkânlardan iki kuyumcu Ermeni:

      “Karabet Ağa!”

      “Bundayım (buradayım)…”

      “Kırmızı baryağın hazırdır?”

      “He, içerde alesta durayor.”

      “Çek dükkânın önüne…”

      “Ne var ki?”

      “Yine uğurlu bir iş olmuş. ‘Yaşasın!’ bağırorlar.”

      “Türkler için uğurlu olan bize uğursuz gelir, bilmezsin?”

      “Ağzının kaytanını çek, eski vakitler geçti.”

      “…”

      “Sus ol diyorum sana… Luit Corç13 düştüyse artık bizi (bizim) için Yavropa’da (Avrupa’da) bıngır bıngır patırtı edecek kimse kalmadı.”

      İki efendi birbirine:

      “Ah birader, ah…Tarihin dönüm yerindeyiz.”

      Muhsin, bu yanık konuşmayı işiterek: “Duydunuz mu?”

      Ötekiler:

      “Neyi?”

      “Tarihin dönüm yerinde imişiz.”

      Maşuk: “Ne demek o? Ben bu lafı gazetelerde de okuyorum, bir şey anlamıyorum.”

      Muhsin: “Ulan avanak, bilmiyor musun? Sultan Ahmet’teki dönüm yerinde şimdiye kadar kaç tramvay arabası devrildi. Otomobiller hep dönüm yerinde adam çiğner, birbirine çatar. Vapurlar hep Sarayburnu’nda çarpışır, karaya oturur. Yankesiciler hep Karaköy’ün poğaçacı köşesinde iş görürler. Ne bela çıkarsa dönüm yerlerinde çıkar.”

      Maşuk: “Kuyumcuların camekânlarından bahsediyordum, lafımı kestiniz.”

      Muhsin: “Kuyumcu değiliz, elmastan çakmayız. Mücevher alacak paramız yok. Kuyumcu camekânlarıyla ne alışverişimiz olabilir? Bunlar ziynet eşyasıdır, karın doyurmaz.”

      Maşuk: “Karın doyurmaz mı? Vay andavallı… Ulan, kaç yüz zavallı aç bunlara bakıp da içini çekiyor, biliyor musun?”

      Muhsin: “Karnım açken bir pırlanta iğneye ne kadar baksam ağzım sulanmaz. Parasız günlerimde bir döner kebabının önünden geçerken kokusuyla bayılırım. Onun yağlarıyla beraber benim de dudaklarımdan şıpır şıpır salyalar damlar.”

      Veysi: “Tarikat-ı kebabiyeden14 bu yanık Mevlevi’ye benim de ağzım sulanır.”

      Muhsin: “İnsan bir şeye imrenince niçin sulanır?”

      Maşuk: “Lafımı kesme be…”

      Veysi: “Zaten döner kebabının kokuta kokuta sokakta pişirilmesinin hikmeti herkesi imrendirip de yedirmek içindir.”

      Maşuk: “Paraları olup da imrenenler iştahtan depreşen midelerinin isteğini yerine getirirler. Fakat mangiz tutmayanlar?”

      Muhsin: “İçlerini çekip salyalarını yutarak geçerler.”

      Maşuk: “Biliyor musun, sokaktan geçenlerin içinde kaç kişi kebap yiyor? Kaçı salya yutup yürüyor?”

      Muhsin: “Bilmez miyim? Tecrübesini kendimde yapıyorum. Ayın iki gününde kebap yiyebilirsem yirmi sekizinde tükürüğümü yutup geçerim.”

      Maşuk: “Sen yine ayda iki üç defa yiyebiliyormuşsun. Senede iki gün yiyemeyenler var.”

      Muhsin: “Ben, İstanbul’da parasızlıktan hiç otomobile binmemiş, sinema görmemiş kimseler tanırım.”

      Muhsin: “Karpuzu, kavunu ancak süprüntülüklerde kabuk bulup yalamakla tadan