havluyu ucundan kokladıktan sonra yüzünü ekşiterek bağırdı:
“Bu havluları kaç haftada bir yıkatırsınız? Üzerinde tarator bulaşığı, pancar turşusu lekesi, tatlı ağdası, yumurta sarısı daha kaç türlü kir var.”
Bıyıklarını kazıtmış, fakat sıvalı kollarının gümrah tüylerini aldırmamış kara yağız bir Ermeni delikanlısı gelerek: “Beyefendi peşkirlerimiz temizdir. Her gün mutlak cebbar yıkanır ve ütü edilir.”
Muhsin: “Bulaşık tenceresinde yıkıyor ve üzerlerine oturarak vücudunuzun hararetiyle ütülüyorsunuz galiba?”
Garson: “Peşkirlerimizin nesi var ki efendim üzerlerine bu kadar fena söylüyorsunuz?”
Muhsin: “Gözlerin iyi seçmiyorsa bir gözlük vereyim… Burnun tıkalı değilse eğilmeye hacet yok, karşıdan kokla… Gönlün bulanmazsa fena kokulara çok idman etmiş olduğun anlaşılır.”
Garson havluya bakarak: “Affedersiniz, size biraz kirlicesi rastlamış, bir temizini vereyim.”
“Sen git de matmazel gelsin… Bıyıklarını hapazlamışsın ama göğsünün kılları gözüme girecek.”
Garson bağırarak: “Agavni, musluk önü müşterilerine bak… (Kendi kendine) Vay kahpeoğlu, tabağı beş kuruşa yarım porsiyon pilaki yer, bir de Tokatlıyan gustosunda5 takım ister. Ne olacak nihayet bir Türk’tür, senin arkandaki gömlek benim peşkirimden temizdir acep? Dur, çoğu gitti azı kaldı. Ben mösyö olacağım, sen bana garsonluk edeceksin.”
Agavni, bodur fakat tıkız, yuvarlak kumral bir kız. İri gözlerinin gür kirpikleri hafif sürmeli… Yalancı bir gülümseme sol dudağının ucundaki benini oynatarak: “Efendim buyurunuz temiz peşkir getirdim.”
“Teşekkür ederim matmazel.”
“Bu havluları boğadaya koymaz mısınız?”
Agavni kırıtarak: “Ben çamaşırcı değilim efendim, vazifem başkadır.”
Muhsin, kızın gözlerinin içine bakarak: “Senin vazifen nedir?”
“Müşteriye mukayyet olmak.”
“O kadar dolgunsun ki matmazel seni hemen gıdıklayacağım geliyor.”
“Hiç cümle âlemin ortalık yerinde öyle şey olur?”
“Tenhada bulunsak?”
Agavni gülerek: “Senin gibi cingöz ile ben tehnada bulunurum hiç?”
“Aman öyle kıvrım kıvrım gülme, yanağında benin oynuyor, yüreğim de beraber titriyor.”
Agavni daha ziyade kırıtarak: “Ah kabili mümkün olsa o beni yanağımdan Yervant’ın bıyıkları gibi kazıtacağım. Çünküm her müşteri onun üzerine biçimli biçimsiz bir laf atar.”
Muhsin: “Ben onu dişimle kazısam olmaz mı?”
Agavni fıkırdayarak: “A olur mu hiç? Benim ben hünkârbeğendi değildir ki yiyesin. Hem onun porsiyonu çok pahalıdır. Senin kesene aykırı düşer.”
Biraz öteden ihtiyarca bir müşteri:
“Matmazel yalnız gençlerle konuşma, biraz da sakallılara bak. Yarım saat oldu hani ya köfte?”
“Geliyor efendim. Üzerine salça ediyorlar.”
İhtiyar: “Hay dilini eşek arısı soksun.”
Agavni sürmeli gözlerini bulandıran bir kırgınlıkla: “Moruktur deyi kendiyle konuşmadığım için bu da durmuş da bana beddua ediyor.”
Kız çekildikten sonra Veysi:
“Suratı zararsız fıkırdak şey ama kabalığı bulantı veriyor.”
Muhsin: “Meşhur eşek hikâyesindeki gibi o benin hatırı için bu kabalığa katlanmalı.”
Veysi: “Ulan Muhsin eşek deyince dün gece senin yaptığın hayvanlığı hatırlamamak mümkün mü?”
“Ne yaptım ulan?”
“Daha ne yapacaktın? Ben aşağıda karısıyla yatarken sen yukarıdaki kocasını uyandırdın.”
“Ziyade tütsülüydüm. Ben de narayı attıktan sonra farkında oldum ama bir kere gırtlağımdan çıkmış bulundu.”
“Ya herif aşağıya ineydi?”
“Adam sen de… Baba’nın gündüz ortasında gözleri iyi görmez, gece uyku sersemliğiyle gözlük takıp da karısının yanında seni seçinceye kadar sen Çarşamba’ya atlardın. Farz edelim ki kaçamayacak biri olsan bahçıvanın merkebi gibi dört ayak üzerine dursan herif seni boğada sepeti sanır, hiç aldırmaz.”
“Bir daha böyle aynasızlanma…”
“Ulan ben hizmetçi kıza razıydım, beni içeriye niçin almadınız?”
“Hacı evinde bir gecede iki zampara olamaz.”
“Öyle nalıncı keseri gibi hep kendine yont… Hem karının vücudunu tırtıkla hem kesesini… Bana gelince ya Rabbi şükür öyle mi?”
“Ulan, sus payı olarak işte bugün karnını doyuruyorum ya…”
“İhsanını ballandırma… Bir ciğer tavasıyla yarım porsiyon pilakiye insan karnında bu kadar büyük sır saklayabilir mi?”
“Vallahi Muhsin gece gündüz hiç boş durduğum yok. Vücuttan düşüyorum. Bir mahallede ne kadar çok ırzı bozuk karı olursa delikanlıları o kadar güçten düşüyor. İstersen elimdeki avlardan birkaçını sana ciro edeyim.”
“Hımbıl, karı hususunda beni kendi cömertliğine muhtaç mı sanıyordun? Karı çok… Fatih Parkı’na doğru yürü, hepsinin göğüslerinin eliflerine kadar suratları açık… Beğen beğen de beğendiğini al. Fakat onlar bana para vermiyorlar, benden istiyorlar. Bu yosmaları sızdırmaya senin gibi benim suratım tutmuyor. Bak sana bakılınca ne ahlaklı çocuğum.”
“Maşallah, peh peh…”
“Sen bu nazlılara ne kantin atıyorsun6 bilmem, ben de senin gibi irat7 karı istiyorum. Kuru sevda ile karın doymuyor.”
“İnsan gönlü için sever, kesesi için sever, öteki için sever.”
“Ben böyle senin gibi hesapla biçim biçim sevemem. Ben sevmeden duramam. Ne rast getirebilirsem onu severim. Gönlüm tıpkı döner kebabına benzer, durunca yanar.”
O aralık, delikanlıların yanı başında lavaboda ellerini yıkayan bir müşteri bütün genzinin kaba kuvvetiyle sümkürerek gırtlağını kökünden kazıya kazıya, koyu koyu birkaç defa tükürür.
Yakın masalardaki suratlar iğrenerek ekşileşir. Muhsin bu terbiyesizliğe dayanamaz, herkesin nefreti namına ağız açarak: “Çüş be herif… Lokantada olduğunu unuttun galiba… Kendini başka yerde sanıyorsun.”
Lavabo başındaki müşteri burnunun bir deliğini parmağının ucuyla tıkayıp ötekiyle iğrenç bir zurna daha öttürdükten sonra:
“Ne olmuş?”
“Herkesin lokması boğazında kaldı. Âlemi kusturacak mısın?”
“Vay anasının nazik evladı… Ulan senin ağzın burnun yok mu? Sen sümkürüp tükürmez misin?”
“Benim ağzım burnum var, daha başka aletlerim de var. Lakin her birinin kullanılacağı yer başkadır. Bunu şehirde yaşayan her insan bilir, yalnız eşekler bilmez; ahıra mahsus nesnelerini dışarıda