Hüseyin Rahmi Gürpınar

Can Pazarı


Скачать книгу

buna parmak sokmayalım! Yazık bizim gençliğimize, şehirliliğimize, açıkgözlülüğümüze… Böyle bir iş karşısında polislik vazifesine kalkışmak ahmaklıktır… Lüpe bakalım yavrum… Var mı çırpıntı? Var mı anafor? Var mı aşırıntı? Şurada birini soyuyorlarmış. Koş hırsızı yakala… Neme lazım benim vurayım vurulayım! Polisin işine karışıp da ne alacağım? Bu herifler az mı polis yediler? Ben yaralanırsam büsbütün kim vurduya giderim. Bu asırda asri kafa lazım. Yoksa bayır turpu gibi dikilirsin baş aşağı kozalaklı tarlaya…”

      Muhsin el çırparak: “Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. Evet, laflarının ehemmiyetini çakıyorum. Her ne olursa olsun evvela ceplerimizi, sonra karınlarımızı doldurmalıyız. Bunun için kâinatı bu gözlük altından görmek icap eder.”

      Veysi: “Öyle olsun, kabul ettik. Söyleyiniz bakalım bu mantarcı alayına nasıl çatıp da kârına ortak olacağız?”

      Bu üç delikanlı konuşmaya giriştiler. Belki dağ başlarında en azılı çetelerin çekirdekleri işte böyle meydana gelirdi.

      Karadenizliye cam broşu altı yüz liraya çaktıktan sonra mantarcılar polisin peşlerine düşmesinden kurtulmak için hemen dağılmak üzere iken Maşuk:

      “Şimdi ne yapalım? Üçümüz de bunların arkalarından giderek her birinin ayrı ayrı peşlerine mi düşelim?”

      Veysi: “Hayır. Paralar Boğmaklı Reşide’de. Ötekiler bu cennetlik hatunun peşinden gitmek zorundadır. Önce nereye dağılırlarsa dağılsınlar, sonra hepsinin bir yerde toplanacakları muhakkak.”

      Muhsin: “Ben öyle sanmıyorum.”

      Veysi: “Ne demek istiyorsun?”

      Muhsin: “Paralar Patlıcan Ahmet’te.”

      Veysi: “Sözü uzatmaya vakit yok. Öyleyse sen bizden ayrıl. Patlıcan’ın peşine takıl. Fakat herif çekirgeye benzer. Peşine düştüğümüzü anlarsa bizi bir paraya satar.”

      “Zor satar. Tavcılıkta onun kadar emeğim yok ama aklım daha ziyade erer, gözlerim daha ziyade seçer, bacaklarım daha iyi seker. Nerede olsa kaçırmam, enselerim, tayyareye atılsa billahi ayaklarından asılır, salıvermem.”

      Muhammin Sadık Efendi, namıdiğer Patlıcan Ahmet, bu yüzlü astarlı tavcı, Bedesten Kapısı’nda Karadenizliyi kolayca sattıktan sonra hemen Boğmaklı Reşide’nin arkasından yetişerek vurgun parayı onunla çarçabuk paylaşmıştı. Muhsin’in iddiası bu idi. Ötekiler bu iddiayı kabul etmeyerek paranın tamamıyla Boğmaklı’nın yanında bulunduğu hakkındaki kanaatlerinde inat edip duruyorlardı. Onun için Muhsin, Patlıcan’ın arkasından gitti. Maşuk ile Veysi, cennetlik hatunun adım adım peşine düştü. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh’ın nereye savuştuklarına hiç ehemmiyet vermediler.

      Reşide, biraz evvel oynadığı ağır vücutlu kocakarı rolünün tersine çelik bacaklı bir tulumbacı kesildi. Kuvvetli adımlarla kalabalığı yararak koltuğunda ufacık bir bohça ile kaçıyordu. Çarşının yan sokaklarından Kalpakçılarbaşı’na çıktı.

      Maşuk ile Veysi kaçak kadını daima ortalarında bulundurmak için caddenin iki yanında yürüyorlardı.

      Karı bir dalga gibi çarşıyı boyladı. Dışarı çıktı. Nuruosmaniye Camisi’nin kapısından içeri girdi. Hemen sağa döndü. Umumi helaların birkaç basamak kirli basamaklarından atlayarak dışarıya ağır bir pis koku dağıtan kapıdan içeri girdi.

      Her eski şeyi altüst eden zamanın hâli, erkekler için olan helalara kadınların girmelerine engel olan utanma ve âdeti de yavaş yavaş ortadan kaldırıyordu. Buralara birkaç zamandır kadınların da aynı işi görmek için girdikleri görülmeye başlanmıştı.

      Veysi telaşla arkasına yaklaşarak “Boğmaklı’nın buraya sıkışarak girmediğine eminim. Görürsün bir şeytanlık yapacak… Sen burada kapı önünde bekle, ben içeri gireyim. Karı lağımdan fare gibi kaçmasın.” dedi, hemen yürüdü.

      Reşide, genç ihtiyar, elleri uçkurlarında birkaç erkeğin arasından geçerek ta köşedeki loş helaya koştu. İçerisini tamamıyla örtemeyen o yarım murdar tahta kapıyı üzerine kapadı. Öteki helalar tekmil dolu idi. Oraya önce gelenlerin sırasına göre bekleyenlerin arasında Veysi nöbet bekliyordu.

      Caminin yapıldığı zamandan beri birikmiş olan o dayanılmaz kokuyu önlemek için yenilenmesi düşünülmeyen o eski kuburlardan taşan kusturucu hava nefesleri tıkıyor, gözlere yaş getiriyordu.

      Buradan uçuşan sinek alaylarının yakınlardaki aşçı ve tatlıcı dükkânlarına yayılarak sağlığa aşıladıkları gizli hastalıklar, felaketler işle alakalı olanlardan acaba şimdiye kadar kaç kişinin aklına beş dakikalık bir yorgunluk vermiştir? Eski yapısının mimarlıkça olan güzellik büyüleriyle Pierre Lotileri coşturan güzellikleri yanında İstanbul’umuzun böyle burun tıkatacak eski zaman murdarlıkları da vardır.

      Böyle yüksek din yapılarımızdan pek azı vardır ki avlularından geçtiğimiz zaman görünüşleriyle gözlerimize nurlar, kalplerimize inşirahlar32 dolarken helalarının zehirli havasından kurtulmak için adımlarımızı sıklaştırmak zorunda kalmayalım! Çünkü o eski sistem kenefler geniş bir çapta etrafın havasını bozup gitmektedir. Bazı bulaşıcı hastalıklar zamanında belediyelerimiz bu pis koku kaynaklarına birkaç kantar kireç mahlulü serpiştirmekle zararın önünün alınabildiğini sanırlar. İşte bu da ihmalciliğimizin en belli ve iğrenç bir örneğidir. En korkunç yaralarımıza bir parçacık merhem sürüp geçmek bizim en iyileşmez eski bir hastalığımızdır.

      Sonunda bu iğrenç kovuklardan birinde bir boşalma oldu. Veysi yalancıktan bir sıkıntı telaşıyla pantolonunun önünü karıştırarak hemen içeriye atıldı. Pislikle karışmadan kapkara abanozlaşmış kapıyı örttü. Korkunç bir pislik uçurumu üzerine açılan çatal taşın iki yanına bacaklarını ayırdı. Yan duvarlarının bulantı veren nakışları ve baş döndürücü fena bir koku ortasında çömeldi. Öteki keneflerdeki adamların duruşlarını taklit etti. Kapının hayli geniş olan bir ek yerinden Boğmaklı’nın girdiği yer görünüyordu. Gözlerini oraya dikti. Fare deliği bekleyen kedi gibi uzun bir beklemeye katlandı. Beş dakika, on dakika, bir çeyrek geçti. Reşide kovuğundan çıkmıyordu. Bu zaman içinde iki yan komşu hela boşaldı, doldu. O burun dayanmaz kokuya trampetli, borulu, zurnalı iğrenç mızıka sesleri de katıldı. Veysi’nin burnu, kulakları, gözleri, hemen hemen her azası ayrı ayrı acı içindeydi.

      Kendi kendisine “Vay tabiatının göbek taşına becerdiğimin cadısı vay; İskeçe tütünü gibi tarlasından hoşlandı!” nakaratıyla küfürleri salıveriyordu.

      Gözlerini oradan ayırmıyor fakat o murdar kalın kapının arkasından karının hiçbir yaptığını seçmek kabil olmuyordu. Acaba rüzgâr gibi kapının alt aralığından esip gitti mi, yoksa keme sıçanları kolaylığıyla kuburdan kerize dalarak mı savuştu? Öyle yerde bu uzun kalmanın manası ne olabilirdi?

      Veysi yine kendi kendisine, bir kadının erkekler helasına girmesi garip görüleceği için öteki abdesthanelerin birkaç defa dolup boşalarak kendisine dikkat edenlerden kimsenin kalmamasını beklediğini düşündü.

      Delikanlı bulantıya dayanamadığı için yine söyleniyordu:

      “Orası senin ebedî istirahatine layık bir yer ama ben burada kokuya dayanamıyorum, etrafımın renklerinden sarılığa uğrayacağım.”

      Sonunda Boğmaklı’nın kabine kapısı açıldı. Fakat şaşılacak şey… İçeriden çıkan Tavcı Reşide değildi. Veysi, kendisinin yanlış görme hadisesine uğramış olmasından şüphelenerek