Ахмет Мидхат

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar


Скачать книгу

“Nereden bildiniz?”

      Madam: “Ya, bir Arap beyzadesinin gemisi diyorlar. Sizin aradığınız adam Hristiyan değil mi?”

      Hasan: “Bizim aradığımız adam hem Hristiyan hem Müslüman’dır hem Yahudi’dir. Hem İspanyol hem Fransız hem de Arap olabilir.”

      Madam: (tebessümle) “Öyleyse ne Allah’ın gazabı imiş!”

      Hasan: “İşte o Allah’ın gazabına biz, daha büyük bir musibet olursak yiğit sayılırız.”

      Madam: “Şimdi kararınız nedir?”

      Hasan: “Şimdi kararım birkaç gün sonra Paris’e gitmektir.”

      Madam: “Burada bekleseniz olmaz mı? Kendisi Fransa’nın neresindeyse nihayet buraya gelecek değil mi?”

      Hasan: “Hayır, ben burada on gün otursam mutlaka burada bulunduğumu tahkik ederek kendisine bildiren casuslar bulunur. Şimdi o İspanyol iken Arap olduğu gibi ben dahi Arap iken İspanyol olarak Paris’e gidersem belki kendisini sıkıştırabilirim. Siz burada rahatınızda kalırsınız. Ben gecikmem. En fazla iki aya kadar yine buradayım.”

      Madam: “Şayet kendisini Paris’te bulamazsanız?”

      Hasan: “Ben kendisini Paris’te bulamayacağım diye gitmiyorum. Mutlaka bulacağım diye gidiyorum. Eğer orada bulamazsam elbette ne tarafta olduğuna dair malumat alabilirim.”

      Pavlos hakkında aldığı haber üzerine Hasan Mellah, Marsilya’da ancak iki gün ikamet edebildi. Bu müddet içinde yol tedarikini görüp Madam İlia’yı kaptanlara ve güverte zabitine tekrar tekrar tavsiye ettikten sonra kendisi Marsilya’dan çıktı.

      Hasan Mellah’ın gidişi üzerine, okuyucuların fikri dahi kendisiyle beraber Paris’e gitmiş olacağı açık ise de Hasan Paris’e varıp da işine başlayıncaya kadar bu tarafta, Marsilya’da bazı şeyler meydana çıkmış olduğu cihetle, biz bu taraftaki hadiseleri hikâye edip bitirmeden Hasan Mellah’ı Paris’e kadar takip edemeyeceğiz.

      Madam İlia’ya güzel bakılması hakkında çorbacıları tarafından verilen emir üzerine, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun (Herifin ismi budur.) kadına ne kadar iyi bakacaklarını tarife bile lüzum olmadığı için madamın herhâlde rahat edeceğine şüphe edilemez. Hatta kadının her ihtiyacı karşılanarak kendisinin eğlenceden başka bir şeyle geçireceği vakti olmamasıyla her gün karaya çıkarak, bir iki saat vaktini, gerek Marsilya şehrinin içinde ve gerek civarda bulunan Katalan karyesi ve başka bağlarda, bahçelerde geçiriyordu.

      İşbu seyahatçikler münasebetiyle Madam İlia’nın elbette Marsilya’da birkaç kimse ile tanışıp dostluk kurmuş olduğunu zannedersiniz. Lakin bu zan batıl ve beyhudedir. Dost olma denilen şey gezmekle hasıl olmaz. En evvel komşular vasıtasıyla husule başlar. Madam İlia’nın ise evi gemi olmakla gemiden çıktığı zaman gittiği bahçelerde ve başka mahallerde bir kenara oturarak henüz bir kimseye prezante edilmemiş olduğu ve edilmek arzusunda bulunmadığı cihetle tanışıp dostluk edecek ne bir adam görür ne de aramak kaydında bulunurdu.

      Bir gün hem de pazar günü olmasıyla yine âdeti üzere şehri gezmeye çıkmıştı.

      İkindiye kadar ötede beride gezdikten sonra, ikindiüzeri de Saint Marie Kilisesi’ne girip felakete uğramışların kalbinden hiçbir vakitte çıkmayan manevi yardım ümitleriyle yüreği dopdolu olduğu hâlde, Cenabıhakk’a şükürle karışık dualar ediyordu. Derken gözü, kapının yanında ayaküzeri durup boynunu bükmüş bulunan bir fakire ilişti.

      Bu adamın sakalı uzamış, saçları da omuzlarından aşağı inmiş olduğu cihetle pek de yüzü görülemeyip ancak arkasındaki lime lime olmuş kalın abadan yapılmış pis, mundar elbise içinde olduğu görülmek şöyle dursun, Marsilya gibi sıcak bir memlekette bu hâl ve kıyafette bulunmaya kendisini zorlayan fakr-u zaruret ateşiyle kavrulmakta olduğu da görülüyordu.

      Madam İlia herifi bu hâlde görünce “Aman ya Rabbi! Ben bu kadar felakete uğramış bir biçare iken maiyetime koca bir gemi vermiş ve sandıklarımı elbiseler ve çekmecemi altın ve gümüş doldurmuş olduğun hâlde, mutlaka masum ve her hâlde günahsız da olduğu görünüşünden görülmekte bulunan şu biçareyi, velev ki yine lime lime olsun yaz sıcağına karşı giymek üzere bir hafif elbiseden bile mahrum edişin acaba ne hikmete dayalı olabilir? Şu herifin elbette yiyeceği ekmek de giydiği elbise nispetindedir. Yok, yok! Yine günaha girdim. Elbette bu gibi fukarayı bizim şefkat ve merhametimizi imtihan etmekle beraber hâl, saadet ve gınamız39 üzerine gerekli teşekkürleri ifada kusur etmememiz için ortaya koymuştur. Gerçi ben de başkasının yardımına muhtacım. Ancak yardımına muhtaç olduğum zat, ihtiyaçlarımı o kadar iyi karşılıyor ki hatta bu fakirin ihtiyacını dahi karşılamaya benim gücüm yeter.” yollu dindarca bin hissiyat ile herifin yanına sokulup para vermek için elini de cebine sokmuştu. Bir de bu kadar merhametini celbeden biçarenin, kocası İlia olduğunu tanımasın mı?

      Kadıncağız kendisini kaybedip “Hay, İlia, kocam, aman ya Rabbi!” diye kocasının boynuna sarılmaya hücum etti. Ve herif de kadının yüzüne bakıp “Vay, gerçek, karı be!” dediyse de kollarını açıp üzerine doğru gelmekte bulunan sadık ve sevgili karısını göğsünden iterek hemen kapıdan çıktı ve kadın ise bu ret muamelesine hayretle, eli havada bir dakika durduktan sonra arkasından koştuysa da kocasından bir nam ve nişan göremeyerek âdeta rüya görmüşe döndü.

      O telaş ve hayretle zavallı kadıncağız deli gibi öteye beriye başvurup döndü dolaştı. Akşama kadar gezdi, aradı. Ancak güya yer yarılmış da kocası yerin dibine geçmiş gibi mümkün değil bir eserini göremedi. Üzüntüsünden ağlamak istedi, ağlayamadı. Teselli bulacak şeyler aradı, bulamadı. Nihayet şaşkın şaşkın gemiye dönerek düşünmeye başladı.

      Biçare kadıncağız bu hâlde ne düşünebilir? O fakir adamın kocası olduğunu yalnız kendisi tanımadı ki gördüğü şeyi hayale atfetsin. Herif de karısını tanımıştı. Bu durumda, niçin kendisini reddederek savuşmuş olduğuna hiçbir mana veremeyip işte bu şüphe üzerine çıldıracağı geliyordu.

      O gece sabaha kadar Madam İlia’nın gözlerine uyku girmemiş olduğuna inanırsınız ya? Ertesi sabah biraz daha sakin bir hâlde durumu gözden geçirince hükûmete müracaatla Marsilya’nın içinde şu kılıkta bir adam olduğundan aranıp bulunmasını talep edecek olduğu zaman “Eğer kocamı kendim buldurup hükûmete teslim edersem kanına kendim girmiş olmaz mıyım?” mülahazası, kocasının kendisini reddedişine de bir mana verdi. “Mutlaka ben kendisini tanırsam meydana çıkarmış olurum. O zaman da hükûmetin eline geçer diye beni kabul etmedi.” dedi.

      Gerçi bu düşünce pek yerinde idi. O kadar yerinde idi ki hatuncağızı mutmain bile edebildi. Ancak sonradan diğer bir mülahaza daha gelerek zihnini bütün bütün perişan etti. “Kocam canından korktuğu için böyle yaptı ise ben de hemen kendisini tutup hükûmete teslim edecek değildim ya? Benim kendisine ne kadar sadık olduğumu bilmez mi? İkimiz baş başa verip buradan kaçmayı kararlaştırdıktan sonra Hasan Mellah’ın dahi yardımları sayesinde nerede olsak rahat rahat yaşayamaz mıydık? O sayeden haydi kendisinin haberi yoktur, diyelim. Beni yalnız ikbal40 hâlinde iken mi zevce tanıyacaktı? İdbar41 hâli, zevceliğimizi de ihlal mi etti?” diye bütün bütün perişan olup kaldı.

      O günden sonra Madam İlia her gün şehri gezmeye çıkıp hususi olarak kiralamış olduğu araba ile hemen her gün şehrin gezmedik sokağını bırakmadı. Lakin mümkün olamadı ki kocasına bir daha tesadüf etsin.

      Biçare kadıncağız, kâh herifin çıldırmış olmasına kani olmak istiyor